CEVŞEN'İN GİZEMİ VE DÜZENİ


Ben, çok sıcak bir günde ve zırhlı bir vaziyette Uhud'a doğru giderken, göğe baktım ve Allah 'a dua ettim. Derken gök kapılarının açıldığını gördüm. Yukarıdan Cebrail bir nur içerisinde bana geldi ve şöyle dedi [...]

Farsça’dan Arapça’ya geçtiği kabul edilen ‘Cevşen’ kelimesi, sözlükte ‘bir tür zırh ve savaş elbisesi’ anlamına gelmektedir. Terim olarak, Ehl-i beyt kanalıyla Hz.Peygamber’e dayandırılan edilen bir duanın adıdır.

Cevşen metninin düzenlenmesi de çok harika görünmektedir. Bu hususta çok incelikler sözkonusudur. Cevşen'in, ehl-i beyt tarikiyle bize ulaştırılan fazileti o kadar fazladır ki bazı kimseler bu rivayetlere bir mübalağa karıştırıldığını zannetmiş ve o günkü siyasi yapının da etkisiyle Sünni kesim bu rivayetlere karşı biraz çekingen davranmıştır.

Cevşenu’l-Kebir [Büyük Cevşen] olarak meşhur olan bu duanın benzer adını taşıyan ve Cevşenu’s-Sağîr [Küçük Cevşen] olarak bilinen diğer bir dua, özellikle Şiî kaynaklarında sözkonusu ise de Cevşen duasıyla hiçbir benzer tarafı yoktur. Ben bizzat bu iki metni karşılaştırma imkânını buldum. Öyle anlaşılıyor ki Cevşen ismi bu ikinci dua için sahibi tarafından ‘küçük’ sözcüğü eklenerek teberrüken kullanılmıştır. Bu sebepledir ki Cevşen denilince yalnız Cevşenu’l-Kebîr akla gelir.

FİL SURESİNDE GRAMATİK İNCELİKLER


Surede, tarihî bir olay âdeta beş perdeyle sahnelenmiştir. Her bir perde açıldığında muhatap, olayla ilgili yeni bir bilgi ediniyor, fakat aynı zamanda bu bilginin anahtarıyla açılan yeni bir sorunun da cevabını arıyor. Böylece surenin sonuna kadar, her ayet durağında, okuyucu hem daha önceki ayette akla gelen sorunun cevabını alıyor, hem de yepyeni bir soruyla karşılaşıyor. Gittikçe insanın merakını tahrik eden bu soru-cevaplar ile olayın harikalığına uygun, heyecanlı bir mecrada sürüp gidiyor.

Her ayette, sahnelenen olayın tasvirindeki derinliği dramatize eden kelimeler vardır. Bunlar sahnenin köşe taşlarıdır. Birinci ayette kullanılan kelime, yapmak anlamına gelen “fe-a-le” fiilidir. Bu kelime, belli bir konuyu değil, her şey için kullanılabilen genel anlamlı bir fiildir. Bundan dolayıdır ki, bu tür fiillere “el-efalu’l-amme” denir. Ayrıca, bu fiilin başına bir de işin keyfiyetini sorgulayan “keyfe” edatı getirilerek, zihinlerdeki merak bir kat daha artırılmıştır.

Büyüleyici tasvir, her ayette olayın bir kısmı tasvir edilerek gösterilmesi şeklindedir. Ayrıntılara girilmemesi, akıl ve hayalin merakını artırıp, okuyanlara olayı zihinlerinde daha canlı bir şekilde hayal etmelerini sağlamıştır.

EBCED, HEVVEZ, HUTTİ VE RASTGELELİK


Hazırlanmış bir sofranın üzerinde, sözgelişi, 10 çatal, 10 kaşık, 10 tabak gördüğümüzde, bu sofraya 10 kişinin oturacağını yüzde yüze yakın, kesin bilgi ifade eden bir tahmin yürütürüz. Çünkü kesin bilgi edinme yollarının başında gelen, vahiy kaynağının dışında, gözle görülen husustur. Semavî kimliği belli olan Kur’an sofrasında serilen ve akla hitabeden tevafuklar, söz konusu misalden çok daha açıktır. Ve buraya davet edilen hikmet misafirlerini, birer ilâhî işaret olarak kabul etmek gerekir. 

Yine, bir ifadenin içerisinde yer alan kelimelerin diziliş şekilleri ve harfleri, o ifadenin anlamına ne kadar yakınsa, münasebet ipçikleriyle ne kadar  bir örgü kurabiliyorsa, o ifadenin ulvileşmesine o ölçüde katkı sağlar. Bu husus, Belağat ilminin önemli bir kaidesidir.  İşte, Kur'an'ın kelime ve harflerinde değişik şekilde görülen tevafuklar, doğru olarak gösterilebildiği ölçüde, birer belağat ve birer edebî sanatı ifade ettikleri gibi, aynı zamanda gaybî haberler veren birer işaret lambaları görevini görürler.

İŞARET, GİZ, KUR'AN


Kur’an, sonsuz bir ilim sahibinin bilgisini yansıtan bir semavî belgedir. İfadeleri statik değil, dinamiktir.  Belli olaylar hakkında nazil olsalar bile, benzer olayların hepsine de bakabilirler. Allah’ın sonsuz ilminden gelen ve rububiyetin mutlak makamından aldığı geniş perspektifle olayları/konuları takip eden, her asrın insanına semavî kimliğini ispat etmeyi hedefleyen ve insanların bütün kesimlerine hitap eden Kur’an, kâinatın ezelî bir tercümanı olarak az sözle çok manalar ifade etmektedir.

Kur’an, tevhid, nübüvvet, haşri ispat, adalet ve ubudiyeti tespit edip gerçekleştirmek gibi temel hedeflerini ortaya koymak için, her şeyden önce kendi semavî kimliğini ispat etmek durumundadır. Bunu her asrın insanlarına göstermek ise hikmet ve adaletin gereğidir. Bu sebepledir ki, İslam âlimleri “bir ayetin nüzul sebebinin hususi olması, ifade ettiği mananın umumi olmasına mani değil” demişler. Bu prensipten hareketle, Rum suresinin bu gaybî haberini başka olaylar için de söz konusu etmişler;  örneğin, Kudüs’ün Salahaddin-i Eyyubi tarafından yapılan fethine de tatbik etmişlerdir. Bir işaretin ilmî bir değer ifade etmesi için, onun Kur’an veya hadis gibi bir nasla çelişmemesi, söz konusu ifadeden Arapça dili açısından o işaretin olabileceğini gösteren uygun kelimelerin veya ifadenin bulunmasını yeterli bulmuşlardır.

VARLIK VE TANRI'YA DAİR..


Aslında kimse Allah’ı inkâr etmiyor. Çünkü Allah’ı inkâr etmek varlığı ve gerçekliği inkâr etmek demektir. Yani Allah yoktur diyenler, Kilisenin ve avamın tasavvur ettiği 'Tanrı/Theo' yoktur, demek istiyorlar. Ve kendi ontolojik varlık anlayışlarını ifade edemediklerinden 'agnostik' gibi kalıyorlar. Hatta "varlık bir yanılsamadır", diyenler dahi hayal seviyesinde bile olsa bir gerçeklik rengini kabul etmiş oluyorlar. Varlığı kabul edip, onu absürt ve değersiz görenlere ise 'Nihilist' denilir. Bu kelime de etimolojik olarak algı ve duygu zayıflığı demektir.

Varlık konusunda Tevrat ve İncil mucize oldukları gibi Kur’an da çok çok yüksek mucizeler gösteriyor. Mesela tapılan nesne ve değerler için normal dil bilgisi kurallarına göre 'mabud' kelimesi kullanılması gerekirken, buna bedel daima 'Allah ve İlah' kelimelerini kullanıyor. Bu gramatik incelikle diyor ki; ism-i meful siğası [kipi], edilgenliği, sınırlılığı ve donukluğu ifade ediyor. Hâlbuki Tanrı gibi tapılan hakikat aktif, kutsal ve sonsuz olmalı ki, ancak 'İlah ve Allah' kelimeleri ile ifade edilebilir. Yine Kur’an’da 'mabud' kelimesinin geçmemesi gibi 'mahlûk' [yaratık] kelimesi de geçmiyor. Sadece 'Halıq' [yaratan] ve 'Halq' [yaratma] kelimeleri geçiyor. Evet, İlahî sonsuz-soyut varlık, kudretine sürekli şekil veriyor. Yani nesneleri belli bir form içinde oluşturuyor. Zaten 'Halıq' kelimesi şekillendirme demektir. Allah’ın yaratıcılığı ve şekillendirmesi sonsuz ve süresiz olarak devam ediyor. Fakat anbean nesnelerin yapısı nitelik ve nicelik olarak değiştiğinden donukluk ve sınırlılık ifade eden ism-i meful sığasıyla 'mahlûk' ve 'mahlûkat' kelimesi Kur’an’da geçmiyor. Bu ontolojik iki kelime gibi 'mevcut' ve 'mevcudat' kelimeleri de geçmiyor. Çünkü 'vücud' [varlık] sürekli aktiflik içindedir, sonsuzdur yani sadece bir tanedir. Ki bu sonsuz varlığın zihindeki karşılığı 1 ve Birliktir. Diğer nesneler ve formlar sadece o Birin türevleridir. Kur’an vücud kökünden sadece 'vecede-yecidu' fiillerini kullanıyor. Bu üslubuyla der ki, varlık bir tanedir ve sonsuzdur. İnsan sadece kapasitesi nispetinde onunla karşılaşır ve onu hisseder.

VAHİY NEDİR?


Yerin ve göğün Rabbine andolsun ki!
Bu [vahiy] gerçektir!
Sizin düşünme/konuşmanız gibi bir gerçek. [Zâriyât/23] 

Mahiyetini bilmesek de kâinatta mutlaka bir gerçeklik vardır. Eğer kâinatta sadece maddî açıdan dahi bir gerçeklik varsa, bilin ki başta din olmak üzere dil de, edebiyat da, sembolik gerçekler de vardır. Belki de gerçeklerin gerçeği onlardır. Ayet, dil ve din haktır demekle bu hakikate işaret ediyor.

Hayat ve biyoloji, kâinatın başından bu günü ile belki de geleceği ile de ilgili olduğundan, kâinatta olan biten bütün evrim süreci, insanın genlerinde, dolayısıyla beyninin katmanlarında mevcuttur ve düzenli, yararlı bir şekilde arşivlenmiştir. İhtiyaca göre, ilahî bir yönlendirme ile [melek vasıtası ile] bu arşivden bilgiler, bu âleme gelip görünüyorlar; insanların maddi/manevî ihtiyaçlarını görüyorlar. Evrensel manası ile vahy dediğimiz hakikat, bütün kâinatı ilgilendiren çapı ile, bu sonsuz arşivin çiçek açmasıdır, insanlık dünyasında meyve vermesidir.
 

GÜLMEK VE AĞLAMAK


Gözlerim güzellik cennetinde dolaşırken
Vicdanım cehennemi yaşıyor
[İbn–i Farid]


Bir Yahudi dostum, Yahudi dininde “Ağlama duvarı ritueli” yoktur, dedi. Galiba vardır. Fakat bu ağlama ritueli her kutsal yerde olmalı. Sadece Kudüs’te olmamalı. Çünkü artık diğer milletler de Beni İsraildirler. [Medeni, dindar millettirler.] Galiba şimdiki Yahudiler, herkesten fazla gerilim yaşıyor. Çünkü Süleymanın yaptırdığı duvara ağlıyorlar. Fakat Allah’ın yarattığı insanı öldürüyorlar. Bu onlarda çok büyük bir gerilim yaşatıyor ki onlardan barışı isteyenler, savaşın gerilimini isteyenlerden çok daha fazladır.



Sur la terrace-Renoir

İSA VE ŞARAP


İsa suyu şaraba çevirdi. [Yuhanna]

Deccal bir şarap içer, eli delinir, helak olur. İsa ise şarap içer, ebediyeti kazanır. [Muhammed as.] 



Kutsal metinler, günlük hayattan, düz ifadelerden [everyday conversation] ziyade metafizik, evrensel ve gaybî durumları, gerçekleri, kodları dile getirirler. Hz. İsa’nın bu tarihi mucizesini teslim etmekle beraber, esasen burada kastedilen başka manalar var ve açmak gerekiyor:


ADEM BUZ DAĞINDAN İNDİ AKABİNDE GELENEĞİN KIRILMASI



Bilim, peygamberliğin kardeşidir. Kitab–ı Mukaddes, “Âdemin zürriyetinin kitabı budur” demekle evrensel bir mucizeyi gösterir. 'Hanuk' ismiyle şehirliliği, 'Tubal–Kain' ismiyle Tunç ve Demir çağlarını, 'Yabal' ismiyle göçebeliği, 'Şit' ile inancı ve maneviyatı, 'Ehnuh' ile bilim çağını anlatıyor. İnsanlığın bu dört kardeş kavramı değişik isimler, değişik putlar, değişik figürler olarak bugüne kadar gelmişlerdir. Ve ilginçtir ki, İdris [Ehnuh], Şit’in oğlu yani Âdemin torunudur. Bilimin, insanlıktan ve soyut inançtan sonra gelişen bir hakikat olduğunu bize gösteriyor.




Codex Mendoza [1. sayfasından bir bölüm]

FELSEFE MİRASINDAN HİSSE



Bilindiği gibi Pisagor, Sokrat ve Eflatun’un son ve aşılmaz varisi Aristo’dur. Ve Aristo’nun da asıl varisleri, Aquinolu Thomas hariç İslam filozoflarıdır. Başta Aristo olmak üzere bu dev mirasın bütün bilgilerini ele alıp açıklamak ciltlerle kitap gerektirir; bu da bizim haddimizi aşar. Fakat bu zengin düşünce dünyasının bir kısım epistemolojik anahtar kavramlarını kısa kısa da olsa, izah ederek, hem tarihe, hem felsefeye, hem günümüz biliminin anlaşılmasına ışık tutacak arkeofilozofik bir kazı yapmış olacağız. Şöyle ki:





Sokrates öğrencileri ile. Bir yazma İslam eserinden. (13.yüzyıl)

Elif, Alef, Alfa, a ÖKÜZÜN BAŞI


Eskiden Sâmî milletlerde ve Avrupa’da rakamlar olmadığından harfler ondalık sistem dizaynıyla aynı zamanda rakamlar olarak da kullanılıyordu. Özellikle Sâmî dillerde her kelimenin aynı zamanda sayısal bir değeri de vardı. Ve insanlar konuşurken o değerleri de kast ediyorlardı. Sonra Hindistan’dan rakamlar gelince, Ortadoğu’da Arap harflerinin karakterini aldı. Avrupa’da da şimdi kullandığımız rakamlar şeklini aldı. Artık sıfır hem Ortadoğu’da, hem Avrupa’da sistemin içine girdi. Elif’in sayısal değeri birdir. Ve varlık sadece birdir, bir tanedir, diğer şekiller ise o Bir’in katmanları ve türevleridirler.


Biliyorsunuz, ilk alfâbe hiyeroglif alfâbesidir. Bu alfâbenin mantığı şudur: Harfler, somut eşyanın resimleri ile ifade edilir. Mesela: S harfi yılan ile,  Ş harfi yaprak ile, a  harfi öküzün başı ile resimlendirilirdi. Bu hiyeroglif yazı Sümerler’de çivi yazısına dönüştü, bir miktar soyutluk kazandı. Çin, Japon, Kore gibi Uzakdoğu ülkelerinde çivi yazısı ile şekil arasında bir mevkide kaldı. Latin Dünyası’nda ve Sâmî milletlerde iki ayrı kol olarak tamamıyla soyut karakterlere dönüştü.


İşte bakın bu şekil “ŏöküzün başıdır. Ve eski dilde öküz ve yem’in adı “alfa” ve  “alef ” olduğundan Fenikelilerden Avrupa’ya bu harf  “a” şeklini aldı. Ona Alfa [İlk harf] dediler. Fakat Sâmî milletlerde bu şekil, açıldı. l [Elif] düz bir şekil oldu. Buna psikolojide “Soyutlama yeteneği” denilir.


RİSALE-İ NUR bir TEFSİR mi?


Kur’an ile yaşadığımız dönem arasında uzun bir zaman geçti. Ve Kur’an yorumu [tefsir] tarihi boyunca, önemli istisnalar hariç çoğunlukla Kur’an’ın söz ve anlam dizgesine [nazm-ı maanî] dikkat edilmedi. Ve ne yazık ki biz bugün Kur’an metnini, ifadelerini, indiği dönemdeki klasik, otantik, orijinal dilsel mantık ve özellikler içinde [qur’anen arabiyyen] kavrama gayretini göstermiyoruz.

ALLAH’IN KONUŞMASI


Allah nasıl olur da Kur’an'da, "Allah’a hamd olsun! Sübhanallah!" diyor. Kendi kendine hamd ediyor? Bu tarz ifadeler, Kur’an'ın Allah’ın kelâmı olmadığını gösterir mi?


Edebiyat ve dilbilimle ilgilenen herkes bilir ki bir cümle, ya haber ya da inşâ cümlesidir. Haber cümlesi, bir durumu, bir niteliği bildiren yüklemli cümlelerdir. İnşâ cümlesi ise istek, talep, medih, umut gibi yeni bir anlamı üretmek için söylenilen cümlelerdir. İşte “el-Hamdulillah” cümlesi bu iki özelliği de hâvidir. Cümle, “Allah en mükemmel varlıktır, kemalatın, olgunluğun son zirvesindedir.” şeklindeki anlamıyla haber cümlesi ve yüklemli bir öznedir. Bunun için Kur’an'da her nerede “el-Hamdulillah” cümlesi geçmişse hemen devamında bunun gerekçesi vardır. Mesela, Fâtiha sûresinde bu cümlenin arkasından “Rabbi’l-Âlemîn” ifadesi geliyor ve diyor ki:

Bütün âlemleri birden kontrol edip terbiye etmeyen, onlara kemalat meyvesi verdiremeyen, hamd ve övgüye, güzellik ve mükemmelliğe sahip olamaz. Çünkü her şey birbirine entegre bir şekilde hareket ediyor ve her şey bütün alemlerin özü, özeti ve ürünüymüşçesine bir hal sergiliyor.

KUR'AN'DA ÖZEL İSİMLER/KAVRAMLAR VE DİL İNCELİKLERİ


Kur'an'da, tefsir biliminin en yüksek ve en sağlam şekli olan Kur'an'ın Kur'an'la tefsiri çerçevesinde, filolojik tahliller sözkonusu edilmektedir. Dil inceliklerinin harika nakışlarını i'caz ekseninde dokuyan Kur'an-ı mucizü'l-beyan'ın bu alanda gösterdiği güzellikler de onun mucizeler halkasının başka bir versiyonudur.

Kur'an'da -Arapça orijinli olmayan- bir takım kelimelerin, değiştirilerek kullanımı ile Arapça’ya uygun bir anlam hedeflendiği açıktır. Bununla beraber, yabancı kelimelerin büyük çoğunluğu İbranî veya Süryanîce olup Arapça ile aynı kökten gelen Sami dil ailesine bağlıdır. Bu itibarla, bu tür kelimeler yabancı da olsa Arapça dil incelikleri açısından uygun görülen bir manaya delâlet edebilir. Meselâ: "Musa" kelimesi, Kıptîce'de su anlamına gelen "mû" ve ağaç anlamına gelen "şa" kelimelerinden meydana gelmiştir.. Arapça’da da su, "mâ" olarak ifade edildiği gibi ağaç da şecer olarak ifade edilir. Araplarda kısaltmaların yapıldığı bilinmektedir. Buna göre, "Şa" Arapça’da “Şecer”in kısaltılmışı olarak değerlendirilebilir. Musa kelimesi, hem sinli hem de şınlı olarak okunmuştur. Bu iki harf mahreç açısından kardeş olduklarından birbirlerinin yerinde kullanılabilir.

RİSALE-İ NUR: TEFSİR BİLİMİNDEKİ YERİ


Risale-i Nur'un, bir tefsir olduğu hususu, eserin müellifi Bediüzzaman tarafından ısrarla vurgulanmıştır. Bir müellifin, yazdığı bir eseri niçin ve nasıl yazdığını, eserinin kaynağı ve konusunun ne olduğunu herkesten daha iyi bilmesi kadar tabii bir şey olamaz. Müellifin bütün ısrarına rağmen, onun düşüncesinin aksine fikir beyan etmek, onun "tefsir olarak yazdım" dediği eserlerinin tefsirle ilgilerinin bulunmadığını savunmak, en azından ilmî nezaket anlayışına ters bir davranış olur. Hele akranları tarafından "Bediüzzaman" ünvanına layık görülmüş bir allâmenin tefsir, kelâm, felsefe, fıkıh, hadis ilimlerini birbirinden ayıramayacak durumda olduğunu îma edecek sözler söylemek, ne yazdığını bilmemekle itham etmek, objektif ilim anlayışı ile bağdaştırılamaz. Evet, Risale-i Nur hem tefsir, hem de kelâm konularını işleyen bir eserdir.

Bir eserin, genel olarak ilmî ve özel olarak da İslâmî literatürdeki yerini tesbit etmek iki şekilde olur.

1. Eserin muhtevasına bakmak.
2. Müellifin kendi ifadesine başvurmak.

Buna göre, Risale-i Nur külliyatının İslâm literatüründeki gerçek yerini de bu iki yoldan ortaya koymak gerekir.


MERYEM



Bir zaman melekler şöyle demişlerdi: 
Ey Meryem! 
Allah, seni seçti
Seni tertemiz yarattı
Ve seni bütün alemlerin kadınlarına tercih etti. 
Rabbinin huzurunda saygıyla, huşû ile dur. 
Secdeye kapan 
[O'nun huzurunda] eğilenlerle beraber sen de eğil! 




İSA MESİH


Derken bebek: 
Ben Allah'ın kuluyum, dedi. 
O bana kitap verdi. 
Beni peygamber olarak görevlendirdi. 
Nerede olursam olayım beni kutlu, mübarek kıldı. 
Yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı [arınmak için vermeyi] farz kıldı. 
Beni anneme saygılı kıldı. 
Ve beni bedbaht bir zorba yapmadı.
Doğduğum gün de, öleceğim gün de, kabirden kalkıp dirileceğim gün de selâm üzerime olsun!

ONLARI KENDİM, ASHABIM VE MÜMİNLERLE BİRLİKTE KORUYACAĞIM


Müslümanlar, Hrıstiyanları terk etmeyecek! Onları desteksiz bırakmayacak! İyi ve kötü günlerinde müslümanlarla beraber oldukları müddetçe, zorluklarını, sıkıntılarını paylaştıkları müddetçe, onların aleyhine ve lehine olan şeyleri paylaştıkları sürece, onlar müdafaa edilecek, kötülüklere ve sıkıntılara karşı ahidnâme mucebince korunacaktır.

Bu Yazı [Emannâme], Allah’ın Resulu ve insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilen Muhammed’in, Allah’ın va’di üzere, bir hüccet olarak insanlara, Allah’ın va’di üzere olmaları ve ahidlerinde durmaları konusunda yazdırdığıdır. Allah Alîm ve Hakîmdir.

Onlara eza edenlerin, aldatanların, katledenlerin arkasında olmaktan uzağım. Kendim, tabîlerim, ashabım ve milletimle birlikte onlara âmir olarak onların haklarına riâyet edip onları zarardan, kötülüklerden korumak, bana ve ashabıma zarar ulaştırmadıkları müddetçe, muhafaza etmek vazifedir.

Harac ve cizye onlardan zorla alınmayacak, cebr ve ikrahla değil, istekleriyle, gönüllerine göre alınacak. Bu konuda cebir ve zorlamaya müracaat edilmeyecek. Hrıstiyanlar, Hrıstiyanlıktan, piskoposlar, piskoposluktan ve rahipleri ruhbanlıktan zorla döndürülmeyecek, seyyahları seyahatten menedilmeyecek, kasten din değiştirmeye, müslüman olmaya icbar edilmeyecek. Ancak kendi rızalarıyla, iman nasib olanları hariç.

Ahidnâme verilenlerin evleri ve kiliseleri yıkılmayacak, bu yıkıntıları müslümanlar mescid binasında ve evlerinde kullanmayacaklar. Bunu yapanlar Allah’ın ahdini bozmuş, Resulullah’a muhalefet etmiş ve Allah’ın zimmetine ihanet etmiş olur.

HURÛFÎ, BEKTAŞÎ BAHUSUS CAVÎDAN


Hurûfîlik nedir? Bektaşîlikle bir ilişkisi var mıdır?

Hurûfîlik, temelde Bektaşîlikle bir bağlantısı bulunmamasına karşın sonradan Bektaşîleri etkileyen Batınî hareketlerin başında gelmektedir. Hurûfîlik-Bektâşîlik tartışmaları, Karyağdı Bektâşî Dergâhı’nda baba olan Mehmed Necîb Baba’nın Hurûfîlerin temel eserlerinden olan ‘Işknâme-i İlâhî kitabını iki kez Litography usulüyle basması ile alevlenmiştir. Sultan II. Mahmud’un ölümüne kadar [1255/1839] amansız bir şekilde uygulanan takibat sonrasında 1288/1871 tarihinde Mehmed Necîb Baba’nın bu Hurûfî kitabını iki kez basması Sultan II. Mahmud döneminin ardından ikinci bir gerginliğe neden olur. Dönemin ünlü ulemasından, mevâliden ve meclis-i ma’ârif a’zâsından Harputlu İshak Hoca Bektâşîler aleyhinde “Kâşifu’l-Esrar Ve Dâfi’u’l-Eşrar” adlı ünlü eserini yayınlar. Bu eser kamuoyunda büyük bir yankı uyandırır. Kitap, Bektaşîleri din dışı ve dinsiz olarak niteler.

AYET ve MUCİZE


Çağımızda yaşayan Müslüman yazarların en büyük zaafı, dil, edebiyat ve kadim gelenekleri bilmemeleridir. 3. Sınıf materyalistlerin ve oryantalistlerin gayr-ı ciddi kitaplarını menba-ı ilim sanmalarıdır. Dinin temel kaynaklarını anlamamalarıdır. Lafız ve mealde boğuluyorlar, manaya geçemiyorlar. Şekil ve biçimden, öze geçemiyorlar. Başta Kur’an olmak üzere o kutsal kaynaklardan içemiyorlar.

İhsan Eliaçık Hoca, Hz.Muhammedi küçük düşürecek medyatik bir makale yazdı. Makalesinin özeti şudur:İnsanlar özellikle Mekke Müşrikleri genelde Peygamberleri büyücü (sihirbaz) veya cinlerden bilgi alan kişiler olarak görmek istemişlerdir. Bugünkü Müslümanlar da, mucizeleri kabul etmekle, müşrikler gibi oluyorlar. Müslümanlar, Peygamberin cinlere inanan Nusaybin’den gelen bir kafile ile görüşmesini, cinlerle görüşmek, sanıyorlar. Bugünkü Müslümanların Peygamber algısı “Alice Harikalar Diyarında” ki gibi bir algıdır. Başta 19. Mektup olmak üzere mucizelerle ilgili anlatılar, rivayetler, bütün İslam tarihi yanılgıdan başka bir şey değildir. İşte bu basit ve yanlış iddialara cevap vermeye çalışacağım.

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind