RİSALE-İ NUR: TEFSİR BİLİMİNDEKİ YERİ


Risale-i Nur'un, bir tefsir olduğu hususu, eserin müellifi Bediüzzaman tarafından ısrarla vurgulanmıştır. Bir müellifin, yazdığı bir eseri niçin ve nasıl yazdığını, eserinin kaynağı ve konusunun ne olduğunu herkesten daha iyi bilmesi kadar tabii bir şey olamaz. Müellifin bütün ısrarına rağmen, onun düşüncesinin aksine fikir beyan etmek, onun "tefsir olarak yazdım" dediği eserlerinin tefsirle ilgilerinin bulunmadığını savunmak, en azından ilmî nezaket anlayışına ters bir davranış olur. Hele akranları tarafından "Bediüzzaman" ünvanına layık görülmüş bir allâmenin tefsir, kelâm, felsefe, fıkıh, hadis ilimlerini birbirinden ayıramayacak durumda olduğunu îma edecek sözler söylemek, ne yazdığını bilmemekle itham etmek, objektif ilim anlayışı ile bağdaştırılamaz. Evet, Risale-i Nur hem tefsir, hem de kelâm konularını işleyen bir eserdir.

Bir eserin, genel olarak ilmî ve özel olarak da İslâmî literatürdeki yerini tesbit etmek iki şekilde olur.

1. Eserin muhtevasına bakmak.
2. Müellifin kendi ifadesine başvurmak.

Buna göre, Risale-i Nur külliyatının İslâm literatüründeki gerçek yerini de bu iki yoldan ortaya koymak gerekir.



Risale-i Nur'un Muhtevası

Risale-i Nur, muhteva itibariyle bir Kur'an tefsiri olarak mütalaa edilebilir. Çünkü Îşârâtü'l-İ'câz adlı eserde Fatiha suresi ile Bakara suresinin 33. ayetine kadar geçen ayetlerin tefsiri olduğu gibi yapılmıştır. Bu çalışmamızın ilgili yerlerinde görülmekte olduğu gibi adı geçen eser, sureler arasındaki münasebetler dışında, klasik tefsirlerin bütün metotlarının kullanıldığı, "Dirayet Tefsirler"i içerisinde yer alan bir nevi "ilmî ve edebî tefsir"dir. Risale-i Nur'un Sözler, Mektûbat, Lem'alar ve Şualar gibi temel kaynakları da, bir çeşit "konulu tefsir" olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu eserlerde, herhangi bir konunun belli bir ayetin başlığı altında işlenmesi, genellikle konu bütünlüğüne riayet edilmesi, lâfzen olmasa da manen konunun birçok ayetin açıklaması olarak ortaya konması, "konulu tefsir"in yeni bir yaklaşımı olarak değerlendirilebilir. Aslında yeni bir tefsir biçimi olarak ortaya çıkan "konulu tefsir"in, "konu ile ilgili ayetlerin nüzul sırasına göre dizilip, değerlendirilmesi" şeklindeki şartlandırılma keyfiyeti, belli bir görüşü yansıtmakta olup, bu işin başka şekillerde olamayacağını göstermez. Daha önceki âlimlerin "nâsih-mensûh, aksâmü'l-Kur'an, emsâlü'l-Kur'an" gibi belli bir konuyu ele alan eserlerin, bir çeşit "konulu tefsir" olduğu ortadadır. Muasır âlimlerden bazılarının, "konulu tefsir"i, yukarıdaki tanım çerçevesinde görmeleriyle beraber; belli bir surenin ihtiva ettiği hususların işlenmesini de "konulu tefsir" kısmında mütalaa etmeleri bu tefsir türünün farklı şekillerde işlenebileceğini gösteriyor. Aslında bir bütünlük içerisinde işlenen, "Kuran’da Kıyamet Sahneleri", "Kur'an'da Ulûhiyet", "Kur'an'da Tevhid", "Kur'an'ın İ'câzı", "Kur'an'da İlim" gibi konuların "Konulu Tefsir" yönünde değerlendirilmesinin de ilmî bir sakınca taşımaması gerekir. Bunun gibi, Risale-i Nur'da belli âyetlerin başlığı altında bağımsız olarak işlenen ve aynı zamanda konu ile ilgili metinleri verilmemiş birçok âyetin izahı çerçevesinde değerlendirilen ve Kur'an'ın temel hedefi olarak bilinen, insanların dünya ve ahiret saadetini temin eden "hidâyet mesajı"nı mefhum olarak ders vermeyi amaçlayan "Haşir", "Tevhid", "Nübüvvet", "Kur'an'ın i'câzı" gibi konuların işleniş tarzını bir "konulu tefsir" tarzında değerlendirmek mümkündür.

Mesela: Dokuzuncu Söz, "Namaz vakitlerinin hikmeti" konusu çerçevesinde değerlendirilmiştir.
 تسبحون وله الحمد في السموات والارض وعشيا وحين تظهرو ن فسبحان اللّه حين تمسون وحين
"Haydi, siz, akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde), sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı tesbih edin (namaz kılın) ki göklerde ve yerde hamd ona mahsustur." mealindeki ayet başlık olarak kullanılmıştır. Bu sözün fihristinde, adı geçen âyetle beraber "Beş vakit namaz hakkındaki âyâtın gayet mühim bir sırrını 'Beş Nükte' ile tefsir.." şeklindeki ifadeyle konu ile ilgili diğer âyetlerin de açıklamasının yapıldığı belirtilmiştir. Adı geçen "Dokuzuncu Söz" ile beraber 4. Söz, 11. Söz ve 21. Söz (birinci makamı) 'ün ortak konusu namazdır. Bunu "Kur'an'da namaz" adıyla değerlendirmek mümkündür.

Mesela: 19. Söz ile 19. Mektup, "Hz.Muhammed'in (a.s) nübüvveti" konusuna tahsis edilmiştir. 19. Mektupta ağırlıklı olarak hadislerin işlenmesi, konulu tefsir anlayışına ters değildir. Bununla beraber, 19. sözün konusu, fihristte, "Yasin suresinin (Hikmet dolu Kur'an'a yemin olsun ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin) ayetinin mealindeki yüzer âyâtın en mühim hakikati olan Risalet-i Ahmediye'yi (a.s) ondört reşha namıyla, ondört kat'î ve muhkem burhanlarla tefsir ve ispat ediyor." şeklinde ifade edilmiştir.

Yine Onuncu Söz, "Haşir risalesi" adını taşımaktadır ki tamamıyla haşir konusunu işlemiştir. Ayrıca 15. sözün zeyli ile 29. söz'de de haşir konusu işlenmiştir. Bu üç risaleyi de "Kur'an'da haşir" başlığında toplamak mümkündür. Nitekim 29. Sözün fihristinde şöyle denilmiştir: "De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." "Kıyametin kopması ise göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir." "(İnsanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir." âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın haşir ve beka-i ruh ve melaikeye dair üç mühim hakikatini tefsir eder.

Yirmibeşinci Sözün bir diğer adı "Mucizat-ı Kur'aniye risalesi"dir. "De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar, cinler bir araya gelseler, birbirine destek de olsalar, yine de onun benzerini yapamazlar." mealindeki âyetin başlığında yapılan açıklamaların hepsi "Kur'an'ın i'cazı" olarak değerlendirilmiştir. 25. Sözün fihristi, adı geçen âyetle başlamış ve ona atıf yapılarak " .. âyetinin hakikatim te'yid eden yüzer âyâtın en mühim bir hakikati olan i'caz-ı Kur'anîyi tefsir eder." ifadesine yer verilmiştir.

Yine 26. Söz, "Kader" konusuna ayrılmıştır. Başlık olarak da "Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz." "Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır." mealindeki âyetler yazılmıştır.

Bununla beraber, Risale-i Nur'un ifade tarzındaki orijinalliği gibi konuları işlemede takip ettiği metod da yeni bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Nitekim bazı âlimler, Risale-i Nur'u, Kelâm ilminin konularını işlediği için onu, bir "Yeni ilm-i Kelâm metodu" olarak değerlendirmişlerdir. Buna göre Risale-i Nur, ister "İlm-i Kelâm", ister bir "Tefsir" olarak değerlendirilsin, onun kendine has bir metodunun olduğunu kabul etmek gerekir.

Özetle denilebilir ki Risale-i Nur, iman esaslarını söz konusu yapmış ayetleri açıklayan, Kur'an'ın manevî, konulu bir tefsiridir. Diğer bir ifadeyle Risale-i Nur, (İşârâtü'l-İ'caz hariç) çoğunlukla Kur'an'ın lafzını tefsir etmeden, hidayet mesajını mefhum olarak asrın idrakine sunan, nev'i şahsına münhasır [sui generis] Kur'an'ın manevî ve şuhûdî bir tefsiridir. Evet, Risale-i Nur, Kur'an'ın lafzını değil, doğrudan doğruya mesajını aktarmakla manevî; Kur'an'ın hakikatlarını gözle görünür misallerle ortaya koymakla da şuhûdî bir tefsirdir. Müellifin aşağıdaki görüşleri de bunu doğrulamaktadır. Diğer taraftan Risale-i Nur'un dinî hizmetinin yanında edebî vechesini de oldukça detaylı bir şekilde inceleyen Semir Receb Muhammed de Risale-i Nur'u şuhûdî bir tefsir olarak değerlendirmiştir.

Risale-i Nur Hakkında Müellifin Görüşleri

Risale-i Nur'un, bir tefsir olduğu hususu, eserin müellifi Bediüzzaman tarafından ısrarla vurgulanmıştır. Bir müellifin, yazdığı bir eseri niçin ve nasıl yazdığını, eserinin kaynağı ve konusunun ne olduğunu herkesten daha iyi bilmesi kadar tabii bir şey olamaz. Şimdi müellifin bütün ısrarına rağmen, onun düşüncesinin aksine fikir beyan etmek, onun "tefsir olarak yazdım" dediği eserlerinin tefsirle ilgilerinin bulunmadığını savunmak, en azından ilmî nezaket anlayışına ters bir davranış olur. Hele akranları tarafından "Bediüzzaman" ünvanına layık görülmüş bir allâmenin tefsir, kelâm, felsefe, fıkıh, hadis ilimlerini birbirinden ayıramayacak durumda olduğunu îma edecek sözler söylemek, ne yazdığını bilmemekle itham etmek, objektif ilim anlayışı ile bağdaştırılamaz. Evet, Risale-i Nur hem tefsir, hem de kelâm konularım işleyen bir eserdir. Bu iki hususun bir arada olması son derece normaldir. Bunun anlamı şudur: Risale-i Nur, çoğunlukla, iman esaslarını konu alan âyetleri açıklayan, diğer bir deyişle Kur'an'ın âyetlerini, ilm-i kelâm metodu ile işleyen bir tefsirdir. Demek ki, bir eserin, Kelâm ilminin konuları olan iman esaslarını işlemesi, onun bir tefsir kitabı olmasına engel değildir. Şimdi Risale-i Nur'un, hem ilm-i Kelâm konularını işleyen bir eser, hem de bir tefsir olduğunu, bir kaç madde halinde, bizzat eserin müellifi Bediüzzaman'dan dinleyelim:

Risale-i Nur Manevî Bir Tefsirdir

Arzu edilen tefsir, insanların dünya ve ahiret hayatlarında saadet yollarını gösteren tefsirdir. Müfessirler Kur'an'ın çeşitli yönlerini ele alarak tefsir yapmışlar, bunun neticesi olarak tefsirde çeşitli yönler meydana gelmiştir. Tefsir çalışmaları ağırlıklı olarak kullanılan tefsir malzemesinin çeşidine göre zaman içerisinde âlimler tarafından rivayet, dirayet, ilmî, edebî, içtimaî ve konulu tefsir gibi adlarla anılmaya başlanmıştır.

Ayrıca Kur'an'ın lafzını, filolojik tetkikler çerçevesinde açıklayan tefsirlere lafzî tefsir, bu tetkiklere girmeksizin Kur'an'ın hidayet mesajını doğrudan doğruya aktaran tefsirlere de manevî tefsir adını vermek mümkündür. Nitekim İbn Kayyim'e göre de tefsirler genel olarak üçe ayrılır:

1. Kur'an'ın lafızlarının açıklamasını esas alan tefsir anlayışı (Lâfzî tefsir)
2. Kur'an'ın vermek istediği mesajı esas alan tefsir anlayışı (Manevî tefsir)
3. İşârî tefsir

Gazalî'ye göre tefsir, lâfzî ve manevî olarak 2'ye ayrılır. Kur'an'ın lafızlarını açıklayan lâfzî tefsirler, Kur'an'ın hakikî manalarının anlaşılmasında yetersiz kalır. Gazalî'ye göre;
اللّه رمى وما رميت إذ رميت ولكن
"Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah onu attı" ayetinin zahirî tefsir açısından hakikî manasını anlamak mümkün değildir. Çünkü ayetin zahir manası bir yandan "Sen attın" derken, diğer yandan "sen atmadın" demektedir. Bu ise lâfzî tefsir açısından bir çelişkidir. Bu zahirî çelişki ancak ayetin hakikî manasını anlamakla izah edilebilir.

Sünnette hem lâfzî, hem de manevî tefsir örneklerini bulmak mümkündür. İmam Şafiî bu konuyu açıklarken şu görüşlere yer vermiştir: Hz.Peygamber'in Kur'an'ı açıklaması iki şekildedir:

1- Kur'an'ın naslarına yer vererek yapılan açıklama
2- Kur'an'da mücmel olarak ifade edilen hususlarda Kur'an lafızlarına yer vermeksizin Allah'ın muradının ne olduğunu doğrudan aktarmak

Şafiî'ye göre Hz.Peygamber’in namaz, zekât ve haccın teferruatı gibi açıktan Kur'an'da bulunmayan konularla ilgili ortaya koyduğu bütün hükümler, O'nun Kur'an'dan istihraç ettiği hükümlerdir. Misal verecek olursak: Hz.Peygamber'in (a.s) "Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." ayetinde geçen "sıkıntılı bir hayat" anlamındaki "معيشة ضنكا " ifadesini, kabir azabı olarak tefsir etmesi lâfzî tefsir örneğini teşkil ettiği gibi hac, zekât ve namazın teferruatı ile ilgili pek çok konulardaki açıklamaları da manevî tefsir örneğini teşkil etmektedir.

Bediüzzaman da tefsirleri genel olarak lâfzî ve manevî diye ikiye ayırmıştır. O bu konuda şunları söylemektedir:

Risale-i Nur Kur'an'ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir tekrar ile dediğimden, bazı dikkatsizler tam manasını bilemediğinden bir hakikati beyan etmeye bir ihtar aldım. O hakikat şudur: Tefsir iki kısımdır;

Birisi: Malum tefsirlerdir ki Kur'an'ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur'an'ın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.

Afyon mahkemesine hitaben söylenmiş aşağıda verilen sözleri de, onun bu konudaki kanaatini açıkça ortaya koyuyor:

Kur'an-ı Azimüşşan'ın hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu asırda, bu vatanda ve bu millete, yirmi seneden beri tesirini göstermiş Allah'ın büyük bir nimeti ve Kur'an'ın sönmez bir mucizesidir.

Bediüzzaman’ın bu ifadesinden açıkça anlaşılıyor ki ona göre Risale-i Nur, İlm-i Kelâmın da konuları olan iman esaslarını inceleyen, Kur'an'ın emsalsiz hakikî ve manevî bir tefsiridir. İfadede yer alan bazı vurguları şöyle anlamak mümkündür: Risale-i Nur "emsalsizdir." Çünkü ifade tarzı, isbat şekli, konulara yaklaşımı orijinaldir. "Kur'an'ın hakikî tefsiridir." Çünkü Kur'an'ın asıl mesajı olan başta tevhid, nübüvvet ve haşir konularını esas almıştır. "Manevî bir tefsirdir." Çünkü Îşârâtü'l-İ'câz tefsiri dışında kalan Risale-i Nur eserlerinin takip ettiği metoda, genellikle ayetlerin metinleri veya mealleri verilmeden, Kur'an'dan alınan mesajlar doğrudan aktarılmıştır.

Risale-i Nur'un Konusu

Risale-i Nur'un, Kur'an'ın manevî ve hakikî bir tefsiri olduğunu söyleyen Bediüzzaman, konuları itibariyle onun hakiki Kelâm ilmi derslerini veren eserler olduğunu, hatta İmam-ı Rabbanî’nin çok önceden ondan haber verip müjdelediğim de ifade etmiştir.

Bir talebesine yazdığı cevabi mektubunda şöyle diyor:

Mektubunda ilm-i Kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i Kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbanî gibi bazı kutsî muhakkikler demişler ki: Ahir zamanda ilm-i Kelâmı yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-i imaniye-i kelâmiyeyi birisi öyle bir surette beyan edecek ki umum ehl-i keşf ve tarikatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hatta İmam-ı Rabbanî kendisini o şahıs gibi görmüştür. Senin şu aciz ve fakir ve hiç ender hiç kardasın, bin derece haddimin fevkinde olarak kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiç bir cihette liyakatim yoktur. Fakat o ileride gelecek acip şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdârı ve o büyük kumandanın pişdar bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondandır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın.

Risale-i Nur külliyatının Kelâm ilmine ait eserler olarak da kabul görmesinin sebebi, konularının iman esasları ile ilgili olmasındandır. Yukarıda da ifade edildiği gibi Bediüzzaman Risale-i Nur'u Kur'an'ın manevî bir tefsiri olarak görmekte ve aynı zamanda Kelâm ilminin konularını işlediğini de özellikle vurgulamaktadır.

Bu konudaki ifadelerinden bazıları şöyledir:

İmam-ı Rabbanî Müceddid-i elf-i sâni Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: Hakaik-i imaniyeden bir tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramâta müreccahtır. Hem bütün tarikatların gayesi ve neticesi, hakâik-ı imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur. Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor; elbette hakâik-ı imaniyeyi kemâl-i vuzuh ile beyan eden ve esrâr-ı Kur'aniyeden tereşşuh eden Sözler (Risale-i Nur), velayetten matlup olan neticeleri verebilir.

Bediüzzaman'ın, yine İmam-ı Rabbanî ile ilgili aşağıdaki sözleri de, onun çok açık bir surette Risale-i Nur'u Kur'an'ın manevî bir tefsiri olarak değerlendirdiğini gösteriyor.

Müellif, İmam-ı Rabbanî’nin "Tevhid-i kıble et" şeklindeki tavsiyesini nazara alarak, Kur'an'dan başka, eserlere müracaat etmemesinin gerekçesini anlatırken şöyle diyor:

Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menba'ı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîm'dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nakıs ve perişan istidadım, elbette layıkıyla o mürşid-i hakîkînin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sâhib-i hâlin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'an'dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil; belki, kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maârif-i ilâhiye hükmündedirler.

Bediüzzaman'a göre, zahirden hakikate geçmek iki suretledir:

Birincisi: Tarikat berzahına girip, seyr-u sülük ile değişik mertebeleri katederek hakikate ulaşmaktır

İkincisi: Tarikat berzahına uğramadan, lütf-u İlâhî ile doğrudan hakikata geçmektir. Bu yol, sahabe ve tabiîne has, hakikate çok kısa bir zamanda ulaştıran ulvî bir yoldur. Demek ki bu yolu takip eden ve Kur'an'ın hakikatlarının birer yansıması olarak ortaya çıkan Risale-i Nur, böyle bir özelliğe sahip olabilir ve sahiptir.

Risale-i Nur'un Kur'an'ın hakikatlarını yansıtan bir ayna vazifesini gördüğünü belirten müellif, şu görüşlere yer vermiştir:

Ben kendim; on değil, yüz değil, binler defa müteaddit tecrübatımla kanaatim gelmiş ki Sözler ve Kur'an'dan gelen nurlar, aklıma ders verdiği gibi kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor ve hakeza... Hatta dünyevî işlerimde keramet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hâcâtına dair medet ve himmet bekliyor; ben de Kur'an-ı Hakîm'in kerametli esrarından o hâcâtımı beklerken, ümit etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hâsıl oluyor.

Bediüzzaman, Kastamonu Lahikasında, medrese ehli ve hocaları ilgilendirdiği gerekçesiyle söz konusu yaptığı bir hususu anlatırken şu görüşlere yer vermiştir:

Eski zamanlardan beri ekser yerlerde medrese hocaları iman hakikatlarını ve feyizlerini hep tekkelerde aramışlar. Velayet meyvelerini onların elinden almak için, bazen en büyük bir medrese hocası, çok küçük bir tekke şeyhine boyun eğmiş, elini öpmüş ve ona tâbi olmuştur. Velayet feyizlerini oralarda aramıştır. Hâlbuki medrese içinde hakikatin nurlarına giden bir yolun, iman esaslarıyla ilgili ilimlerde daha safi, daha hâlis bir hayat suyu çeşmesinin bulunduğunu; ilmin bizzat kendisinde, imanın hakikatlarında ve ehl-i sünnetin ilm-i Kelâmında, tarikattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir velayet yolunun varolduğunu, Risale-i Nur, Kur'an-ı Mucizü'l-Beyanın mucize-i mânevîyesiyle açmış, göstermiş; meydandadır. Bu sebeple herkesten çok, hocaların nurlara koşmaları gerekirken, maatteessüf medrese ehlinin çoğu hâlâ kendi medresesinden çıkan bu hayat suyu çeşmesini ve bu çok değerli hazinesini tanımıyor, aramıyor, muhafaza edemiyor. Yine de Allah'a şükürler olsun ki, Sözler mecmuası, hem hocaları hem de muallimleri nurlara çekti.

Risale-i Nur, Kur'an'dan Mülhemdir

Bediüzzaman'ın, "Risale-i Nur'u zahiren benim eserim olmak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kur'an'ın bir tefsiri ve Kur'an'dan mülhem bir tercüman-ı hakikîsi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hatta bir kısım risaleleri ihtiyarsız yazdığım gibi Risale-i Nur'un ehemmiyetini yazmakta ihtiyarsız hükmündeyim." şeklindeki ifadesi, Risale-i Nur'un Kur'an'dan mülhem manevî bir tefsir olduğu yolundaki kanaatini açıkça ortaya koyuyor. Buna göre denilebilir ki işlenen konular sadece başlık olarak kullanılmış ayetlerin açıklaması değil, aynı zamanda metni verilmeyen ve fakat konu ile ilgili olan pek çok âyetin de açıklamasıdır.

"Manevî bir elektrik olan Risale-i Nur dahi, ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve funûnundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semavî olan Kur'an'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." şeklindeki ifadesi de, onun bu konudaki kanaatini açıkça ortaya koymaktadır.

Bediüzzaman'a göre, Risale-i Nur'un Kur'an'dan mülhem olduğunu gösteren deliller vardır. Bunları muhtevanın zenginliği, her seviyedeki insanlara hitab etmesi, üstün ikna kabiliyetinin olması, özellikle eserlerin telifi esnasında Kur'an'dan başka, müellifin yanında herhangi bir kaynak eserin bulunmamasına rağmen, alışılmışın dışında bir süratle yazılmış olması gibi hususlar zikredilebilir. Müellife göre Risale-i nur'un muhtevası, kendi müellifinin havsalasının üstünde bir genişliğe sahiptir. Bu ise eserlerinin bir ilham eseri olduğunun delilidir. Aşağıdaki sözleri bunu göstermektedir.

Hem hakâik-i imaniye ve Kur'aniye'de öyle bir genişlik var ki en büyük zekâ-i beşeri ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve süratle yazan bir adamda, o hakâikın ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in i'caz-ı manevîsinin eseri ve inâyet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işâret-i gaybiyesidir.

Risale-i Nur'un takip ettiği üslûbun başka eserlerden farklı olduğunu, kapsamlı ifadelerle her kesime hitab edildiğini ve Kur'anî hakikatların, Kur'an'ın üslubuna uygun bir seyir takip ettiğini ifade eden müellifin konu ile ilgili görüşleri şöyledir: Bütün risalelerde, söz konusu olan bütün derin hakikatler, verilen misaller vasıtasıyla, en amî ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Hâlbuki o hakikatların çoğunu, büyük âlimler "tefhim edilmez", yani; "anlaşılamaz ve anlatılamaz" deyip, değil tüm insanlara, belki yüksek seviyedeki insanlara da bildiremiyorlar. Demek, Risale-i Nur'daki suhûlet-i beyan, şüphesiz bir eser-i inayettir ve onun müellifinin hüneri olamaz. Olsa olsa, Kur'an-ı Kerim'inmanevî i'câzının bir cilvesi, verdiği temsillerin bir temessülü ve bir yansımasıdır.

Müellif, yukarıdaki görüşlerini desteklemek için bir takım kıyaslamalara da yer vermekte ve şunları söylemektedir:

Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı imaniye ve Kur'aniyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i İlahiyedir. Çünkü, hakâik-ı imaniye ve Kur'aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dahî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş "Akıl buna yol bulamaz!" demiş. Onuncu Söz risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaikı (Haşir konusu), avamlara da, çocuklara da bildiriyor.

Bediüzzaman, bu konuda ikinci bir misali Sa'd-ı Teftezanî'den vermiş ve o zatın Telvih adlı eserinde kırk-elli sayfalık "Mukaddemat-ı İsnâ Aşer" ismiyle bilinen bir bölümde ancak ilim adamlarına bildirdiği meseleleri, kendisinin kadere dâir yazdığı 26. sözde sadece iki sayfada, tamamıyla hallettiğini, sırf âlimlere değil, herkese bildirecek şekilde açıkladığını ifade etmiş ve bunun İlâhî bir inayetin eseri olduğunu vurgulamıştır. Sözkonusu Telvih, Sadruşşerîa'nın eseri olan Tenkîh'in şerhidir, ilgili konu 298-330 sayfaları arasında işlenmiştir. Tenkih'te dört adet olan Mukaddeme, Telvih'te şıklara ayrılarak yaklaşık 12'ye çıkarılmıştır. Konu ilmî olarak işlendiğinden ancak üst seviyedeki ilim adamlarına hitap eder.

Bediüzzaman, Risale-i Nur'daki ikna kabiliyeti, meseleleri ölçülü bir tarzda karşılaştırıp, gerçekleri net bir şekilde ortaya koyabilmesi ve bu konuda çok büyük başarı göstermesi, ancak onun yegâne üstadı olan Kur'an'ın feyziyle mümkün olduğu kanaatindedir. O, bir soruyu cevaplandırmak üzere, İslâmiyet olmadan yalnız imanlı olmanın kurtuluşa vesile olamayacağını anlatırken, şöyle der:

İslamiyetsiz iman sebeb-i necat olmadığı gibi imansız İslâmiyet de sebebi-i necat olamaz. Çünkü iman bir izandır, hakkı kabul ve tasdiktir, İslâm ise hakka taraftar olmak, ona teslim olmak ve boyun eğmektir. Allah'a şükürler olsun ki Kur'an'ın manevî icazının feyziyle Risale-i Nur, İslâm ve Kur'an'ın hakikatlarını öyle bir tarzda ortaya koymuştur ki dinsiz bile onları anlasa taraftar olur. Gayr-ı müslim anlasa, onları tasdik eder. Gayr-ı müslim kaldığı halde yine o gerçekleri itiraf etmekten kendini alamaz.

Müellifin, eserlerinde harika tesir gücünün olduğuna dair kanaatini gösteren daha da çarpıcı ifadeleri vardır. Bir müddet mahrem tutulup herkese gösterilmesi uygun görülmeyen ve "Mahrem bir suale cevaptır." başlığı altında ve bir "soru-cevap diyaloğu"nda yer alan bu ifadeler, aşağıda olduğu gibidir:

Benden sual ediyorsun: Neden senin Kur'an'dan yazdığın sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki müfessirlerin ve ariflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var, bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor?

Elcevap: -Güzel bir cevaptır- şeref, i'câz-ı Kur'an'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bila-perva derim: Ekseriyet itibariyle öyledir. Çünkü yazılan sözler (Nur risaleleri) tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklit değil, tahkiktir; iltizam değil, iz'andır; tasavvuf değil, hakikattir; dâva değil, dâva içinde burhandır.

Bu ifadeleriyle Bediüzzaman, Risale-i Nur'un, doğrudan doğruya Kur'an'ın manevî bir mu'cizesi olarak, şuhûd derecesinde Kur'an'ın hakikatlarını delillerle ispat ettiğini vurgulamıştır.

Müellif, Risale-i Nur'u, diğer eserlerden bu kadar farklı kılan sebepleri anlatırken de, onun Kur'an'dan mülhem kuvvetli bir tefsir olarak yüce Allah'ın bir lütfü olduğunu şu ifadelerle beyan etmektedir:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, ariflerin marifetleri, delilsiz de olsa beyanatları makbul idi; kâfi idi. Fakat şu zamanda dalâlet-i fenniye, elini, esasâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'an-ı Kerim'in en parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilatından bir şulesini; acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'an'a ait yazılarıma ihsan etti. Felillahi'1-hamd, sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikat, gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle en yüksek hakaika kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-ı gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhûda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber, vehim ve hayal, hatta nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu. Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'aniye'nin lemeâtındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur’an’ındır.

Müellife göre, Risale-i Nur'un telif şekli de onun bir ilham eseri olduğunu gösteriyor: Onun bu konuda "kardeşlerim ve arkadaşlarım" dediği, yanında bulunan bütün talebelerini ve eserleri yazan müstensihleri şahit göstererek yaptığı açıklamalarından anlaşıldığına göre: 19. Mektub'un beş parçası, bir kaç gün zarfında her gün iki-üç saatlik bir çalışmayla, toplam on iki saatte hiç bir kitaba müracaat edilmeden yazılmıştır. Özellikle ifade edildiğine göre, "Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselam" ifadesinde tevafuk penceresinden çok açık bir nübüvvet mührünü gösteren 19. Mektub'un en mühim bir parçası olan "dördüncü cüz", üç-dört saatte, dağda, yağmur altında, ezber yazılmıştır. Yine 30. Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılması gibi en önemli sözler ve risalelerin, müellifin en sıkıntılı ve hastalıklı zamanında, en süratli bir tarzda yazılması; müellif tarafından, doğrudan doğruya Allah'ın bir inayeti, bir ikramı ve Kur'an'ın da manevî bir kerameti olarak telakki edilmiştir.

Bediüzzaman, özellikle elli-altmış kadar risalelerin telif tarzlarının, Allah'ın ilham ve ikramından başka bir şekilde izah edilemeyeceğini şu sözleriyle belirtmektedir:

Elli-altmış risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkikata vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkep bir ehl-i tedkikin sa'y ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor.

Özet olarak denilebilir ki: Bediüzzaman'a göre, Risale-i Nur'un telifindeki fevkalâde sürat ve suhulet; nüshalarının çoğaltılması işleminde ve yazılmasında gösterilen fevkalâde iştiyak vekolaylık; okunmasında dahi usandırmaması ve zevkle okunması, Kur'an-ı Kerim'in bir kerametidir ki Kur'an'ın nurları olan Nur risalelerinde kendini göstermiştir.

Bediüzzaman, Risale-i Nur'u övmesini, kendi şahsını övmesi gibi değerlendiren ve ona itiraz edenlere verdiği cevapta şunları söylemektedir:

Elli altmış senelik hayat-ı ilmiyesi böyle temeddühlere ihtiyaç bırakmadığı gibi ahir ömründe şahsının temeddühden bütün bütün çekindiği, yalnız hakaik-i imaniyenin beyanında yanlış etmediği ve sırf Kur'an'ın feyzinden iktibas ettiğine dair beyanatı, böyle hodfuruşane bir surete çevirmek büyük bir iftiradır.

Risale-i Nur'un Kur'an'dan mülhem olduğunu gösteren delillerden biri de bu eserlerin değişik yerlerinde ifade edilen düşüncelerin, birden fazla âyetin açıklaması olarak değerlendirilmekle ortaya konulmasıdır. Misal olarak 22. Söz'ün birinci makamı, şu iki ayetin başlığı altında yazılmıştır. "Öğüt alsınlar diye Allah, insanlara misaller getirir." "Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz."

Adı geçen 22. Söz'ün ikinci makamında ise "Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir. Göklerin ve yerin anahtarları (mutlak hükümranlığı) O'nundur." ayeti gibi tevhidi ifade eden dört beş ayet başlık olarak kullanılmıştır. Birinci makamda 12 burhan; ikinci makamda ise 12 lem'a ile tevhid akidesinin isbatı cihetine gidilmiştir. Diğer taraftan 22. Söz'de başlık olarak kullanılan ayetlerin sayısı yediyi geçmezken, bu sözün fihristesinde, "Yirmiikinci Söz, tevhid-i hakikî hakkındaki yüzer âyâtın mühim bir hakikatini -iki makam ile- tefsir eder." denilmektedir.

Tahdis-i nimet kabilinden Allah'ın kendisine yaptığı ikram ve yardımı açıklamasının sebepleri üzerinde dururken de müellif "Üçüncü sebep"i şöyle açıklıyor:

Sözler [bu tabir, Risale-i Nurun tümüne şamildir] hakkında tevazu' suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki sözlerdeki hakaik ve kemâlât, benim değil, Kur'an'ındır ve Kur'an'dan tereşşuh etmiştir. Hatta Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'aniye'den süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Madem ben öyle biliyorum ve madem ben faniyim, gideceğim; Elbette bakî olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.
NİYAZİ BEKİ

0 yorum:

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind