TALABANİ AİLESİNİN SIRRI


Kurtlar Vadisi-Irak filmindeki Kürt Kadirî şeyhinin adı niçin Abdurrahman Hâlis'ti? Bir Türk milliyetçisi MHP milletvekili ile Talabani ailesinin bağı olabilir mi? Haydar Baş'ın şeyhi Mustafa Hayri Baba kimdi? Ucuz siyasi gündemlerle şekillenen süper çağdaş zihinler için tuhaf gelebilir, ancak bütün sorunlarımızı çözecek birlik ve beraberliğimizi sağlaması umulan modern değerler, beklenin aksine toplumu ve bireyi parçalıyor. [fragmentation and atomization]

Bugün fantastik bir filmde bile yanyana sayılamayacak kavramlar, insanlar, kurumlar yakın zamanlara kadar birarada çeşitli etkileşimlerle yaşayabiliyordu. Yıllardır, gericilik, yobazlık, çimento, feodalite gibi sloganik ifadelerin öznesi olarak kullanılan, tarikat, özelde bir tarikat çerçevesinde bu durumu kısaca ele almaya çalışacağım. 

Demokrasi, insan hakları, ekonomik argümanlar, çimento, duygu seli, fonda müzik olarak kullanılan dini kavramlar, aragazı ver milliyetçilik, örgütlenme [gel partizan ol...], sınıfsal, feodal, üstyapı / altyapı vesair uydu uymadı şablonlar, parlak anlatılar çerçevesinde gerçekten sosyal yapımız, bir biçimde de olsa uyumlu bir denge [homeostasi] sağlayabilecek mi?
Emin değilim...

MODERNLEŞME SÜRECİNDE İSLAMCILIĞIN SERENCAMI


Suâl vârid olur ki: Bizim devletimiz akıl devleti değildir. Şer’î devletidir. 
Cevâp verilir ki: gâh şer’î devleti, gâh akıl devleti olmak tenakuzdur. Eğer teşerru’ edeceksek, cemî’ mevâdda teşerru’ lâzımdır. Taraf-ı dost ve düşmandan ba’zı cevâpsız suâller vârid oldukça 'artık icâb-ı maslahat böyle iktizâ eder.' cevâbı müstedrek değil midir?

İslâm âleminde önceki yüzyıllarda üstüste gelen yenilgiler, Osmanlı Devleti’nin çöküşü, sömürgeciliğin İslâm âleminde yaygınlaşması ve buna dayanan ezilmişlik duygusu, İslâmî hareketleri salt dünyevi seküler taleplere yöneltti. Bu durum daha çok iktidar talebinde, istencinde [Desire Will To Power] tezahür etti. İslâm Ekonomisi, İslâm Nizamı, İslâm Anayasası, İslâm Medeni Hukuku, İslâm’da İşçi ve İşveren, İslâm Sendikacılığı, hatta İslâm Sosyalizmi, İslâm İdeolojisine Doğru, İslâmi Liberalizm türü kavram ve eserler ortaya çıktı. Önüne İslâm eklenmiş Modern-Batılı modeller, bir bir kurtuluş reçeteleri [The Way of Salvation] gibi sunulmaktaydı. 

Mısır’da Seyyid Kutup, Pakistan’da Ebu’l-A’la El-Mevdûdî’nin eser ve görüşleri Siyasal İslâmî akımların temel ideolojik omurgasını oluşturdu. Seyyid Kutub’un Fi Zilâli’l-Kur’ân Tefsiri ve Me’âlimu fi’t-Tarîk [Yoldaki İşaretler] ile Mevdûdî’nin Tefhîmu’l-Kur’ân Tefsiri ve Kurân-ı Kerîm’de Dört Terim adlı eserleri bu akımların sembolleri oldu. Tevhîd ve Şirk kavramları çevresinde şekillenen bu eserler, tevhîd kavramını daraltan, bir yandan Haricî ekolün inanç temellerini, argümanlarını çağrıştıran, diğer taraftan sloganik, ideolojik ve manifestomsu yaklaşımlarla tam da soğuk savaş döneminin ideolojik konjuktürüne oturan bir görünüm sergilemekteydi. Her iki İslâmcı düşünürün, tüm geleneksel formları ve yapıları, Cahiliyye şablonu ile açıklamaya çalışmaları, 1400 yıllık bir geleneği bu şablon içerisinde değerlendirmeleri, Radikal/Siyasal İslâmcı çevrelerin bunların etkisyle, Cahiliyyeden arınma, Tevhîd’e dönüş adı altında, Sünnî, Şii ve Sûfî geleneğe karşı olabildiğince acımasız ve bu yöndeki tüm İslâmi temelleri sorgulayacak şekilde bir savaşım içine girmelerine zemin hazırlamıştır.

Soğuk savaş döneminin çatışmacı ve üçüncü dünyacı konjuktüründen etkilenen İslâmcı, özellikle Radikal/Siyasal İslâmcı akımlar, bu doğrultuda ideolojik çerçeve ve teorik zeminler oluşturdular. Tevhid, Cihad gibi kimi İslâmî kavramlar bu yönde yeniden yorumlanarak ideolojik içeriklerle sunuldu. 60’lı ve 70’li yıllarda Sol ve Marksist ideolojinin anti-Amerikancı ve anti-emperyalist söylemlerle yükselişe geçtiği dönemlerde radikal/siyasal İslâmcı akımlar, öykünme psikolojisiyle, dini kavramları ideolojik, üçüncü dünyacı içerik ve söylemlerle donattılar. Cihad mefhumu, emperyalizme karşı üçüncü dünyanın bağımsızlık mücadelesinin bir aracı gibi sunuldu. Kur’ân-ı Kerîm’in bütününün Anayasaya [Constitution], Ayetin Slogana, Müstekbir ve Mustaz’af adlandırmalarının, Ezenler-Ezilenlere [oppressors-oppressed] dönüştüğü yaklaşım ve söylemler bu akımların temel ideolojik dinamiğini teşkil etti. Aynı dönem, radikal/siyasal İslâmcı akımların bir yandan modern ideolojik söylemlerin diğer yandan katı selefî inanç ekolünün etkisi ile İslâm toplumunun neredeyse tüm geleneksel kurumlarına, tüm itikadi ve ahlâkî temellerine karşı, Tevhidîlik, Öze Dönüş, Şirkten ve Cahiliyyeden arınma görüntüsü altında amansız ve acımasız bir savaş açtıkları dönem oldu. 

Modernizm ve selefiliğin bileşkesinden oluşan İslâmcı akımlar, dindar insanımızın gelenekten gelen yaşamındaki dini, kültürel, ahlâkî hassasiyet ve değerleri, modernliğin ve sekülarizmin lehine tasfiye eden bir rol üstlendi. Siyasal İslâmcıların mücadelesi artık bir sınıf atlama, kentlileşme ve sosyal-siyasal-ticari mekanizmalarda, iktidar odağında yer alma mücadelesi olarak tezahür etmektedir.


KÜRTLERİN HİKÂYESİ VE AÇILIM


Kürtçü aydınların, ulusalcı kemalist aydınlardan, söylem bakımından, özellikle tarih yazıcılığı bağlamında çok da farkı yoktur. 

PKK, Kürtleri sekülerleştiriyor. Özellikle kadınlar üzerinden çok ciddi bir etki oluşturuyor. Kadınların sekülarizasyonunda, modern ilişki biçimleri, kavramların trajikomik biçimde insanlara yapıştırılmasında, toplumun dini duyarlılıklarını, terbiye ve adabını terk etmesinde hatta ateist Kürt kavramının oluşumunda, PKK'nın çok önemli etkisi oldu. 

Klasik Kürtçe metinlerde, Kürtlerle ilgili Kürtlükle ilgili herşeyi bulabiliriz ama bugünkü modern anlamda ulusalcı bir nüve, söylem bulmak mümkün değildir. Ne Mem o Zîn’de bulunabilir ne de Ahmedi Hani’nin Nubara Biçukan, Akîda İmané gibi diğer eserlerinde...
Kürtler-1873

Salt seküler demokratik çözümler sadece ayrışmayı getirir, çatışmayı doğurur. Çünkü sadece farklılıklara ve bireysel özgürlüklere vurgu yapılıyor. Bu çok önemli, ancak ortak yaşama kültürü üretmiyor ve sosyolojik olarak üretemez. İnsanlar, "biz birbirimizin seküler demokratik kardeşleriyiz, Kürt, Türk, Çerkez, vatandaşlık bağı, hepimizin ortak paydası" demez ama nihayetinde çatışsalar bile, "biz birbirimizin kardeşiyiz, din bunu emrediyor, bu temelde barışalım" diyebilme imkânları vardır. Din böyle bir zemin oluşturuyor. Seküler demokrasi, bireysel özgürlükleri geliştiriyor, birey farklılıklarını vurguluyor, bireyi ön plana çıkarmada etkili oluyor. Ama ortak yaşama kültürü, ortak medeniyet üretmiyor, böyle bir yapısı yok. Ortak medeniyet ve ortak yaşama kültürü derken elbette kesinlikle, asimilasyon ve tek tipleştirmeyi kastetmiyorum. Bunları birbirinden kesinlikle ayırmamız lazım.

Çoğu artık çok bireysel ve oldukça pragmatist İslamcı aydınların bu sıkıntıyı görebilmesi gereklidir. Göremiyorlar. Bu arada, İslamcı aydınların, toplumsal barış çok da umurunda mı, onu da bilmiyorum. Açıkça söylüyorum: Bundan emin değilim…


MEVLANA TARTIŞMALARI




Birçok yazarın, Mevlana Celaleddîn-i Rumî ve Mevlevilik ile ilgili çalışmalarını maalesef modern/ideolojik yaklaşımlardan bağımsız ve yazma/yazılı kaynaklara dayalı olarak gerçekleştirilmiş ilmi araştırmalar olarak değerlendiremiyoruz.



Tasavvuf=Batınîlik mi? Alevî versus Sünnî tarzında bir kategorileşmenin ya da ayrışma her zaman var mıydı? Ahilere ait kaynaklarda, Ahilerin yaşam biçimlerinde laik/seküler bir öz ve tarz var mı?



ARAP TV KANALLARI:BİR MEDENİYET ÇÜRÜYOR


Decadance devam ediyor...


İslamcı aydınlar ve zihinleri helal, haram ve bid’at şeklindeki üç butonla çalışan Selefi-Vehhâbî ulema, tasavvuf, klasik dini, kültürel değer, gelenek ve düşünceler aleyhinde ciltlerle gayrı-ciddi kitabımsılar yazdılar. Sözde tevhid, aydınlanma gibi kavramlar adına her türlü saldırıyı acımasızca mübah gördüler. İlmi, hayati, önemli konularda ise tabii hal ve üslupları [yüzeysellik] ile de olsa  bir satır bile kaleme almadılar.

Din, dil, ahlak, sanat, edebiyat, felsefe/kelam, bilim gibi medeni değerlerin erozyonunda Körfez ülkeleri başı çekmektedir. İslam-Arap ülkelerinde ahkâm kesen sözüm ona din âlimleri bu çürümeye karşın suskun kalmaktadırlar.

Arap dünyası, petrol parasıyla zenginleşme ve sekülerleşmenin sarhoşluğuyla tüm medeni, dini, kültürel hassasiyetini kaybetme aşamasına gelmiştir.


ALEVİ KİMLİĞİNİN İLGİLİSİ


Aleviler, aynileştirilme ile ötekileştirilme sarkacında tanım aralığı bulmakta güçlük çekmektedirler. Sürekli dindar Sünnilerin son yıllarda Alevilikle neden bu kadar ilgilendikleri, alakadar oldukları sorusu sorulmaktadır. Batılı oryantalist ve araştırmacıların çalışmaları, Alevî kesimce kabul görürken bu ülkenin Alevî olmayan insanının Alevîlik ilgisinden neden korkulmaktadır? Asimilasyon korkusu gereksiz bir korku olarak durmaktadır. Hepimiz bu tür korkuların bedelini ödüyoruz. İnanç temelleri siyasete, ideolojilere kurban edilmemelidir.

Özellikle modern ideolojik tekelin Aleviliğin, Bektaşiliğin mayasını oluşturan İslami-Geleneksel temelleri ve tarihi birikim ve literatürü bilinçli olarak ıskalayan, degrade eden, değersizleştiren etkisi Aleviliğin hangi zemine oturduğu sorusunun cevabını güçleştirmektedir. Bu da vahim bir zemin kaymasına yol açmaktadır.

Alevilik-Bektaşilik konusunda birçok Dededen ya da Babadan çok daha iyi Cem, Cemaat, Erkan yürütebilecek şekilde bilgi, birikim ve donanıma sahip olan bizler kim ne derse desin elbette bu konunun içinde olacağız, içinde olmaya devam edeceğiz.

“Alevilik Türkiye’nin Zenginliği Değildir” SLOGANCISINA ELEŞTİRİ


Mustafa Cemil Kılıç’ın, Aleviliği, Müslümanlık dışı ayrı bir din gibi lanse eden “Alevilik Türkiye’nin Zenginliği Değildir”  başlıklı yazısı ilmi tutarlılıktan uzak, ajitatif ve sloganik olmaktan öteye gitmeyen bir makale olarak karşımıza çıkmaktadır. Alevilik-Bektaşilik konusunda hiçbir tarihi-yazılı kaynağa atıfta bulunamamakta, çağdaşımsı, ideolojik, basit bir stil sergilemektedir. İlahiyat Fakültesi mezunu ve Sünni kökenli bir aileden gelen bu şahsın aleviler adına İslam’dan ayrı yeni bir din tesis ve tedvin etmeğe soyunduğu gözlemlenmektedir.

İlahiyatçıların önemli bir bölümünün kendi alanlarından duydukları eziklikten dolayı, idari ve sosyal bilim alanlarına karşı derin bir kompleks taşıdıklarını bilmekteyim. Kendi alanlarının, dini alanın toplumun marjinal, alt katmanlarına ait, rağbetten uzak bir alan olduğuna inandırılıp, bunun kompleksi ile kişilikleri de etkilenen bu tarz ilahiyatçıların İslam dinine ilişkin çalışma ve değerlendirmeleri çoğunlukla problemli ve hastalıklı olmaktadır. Bir taraftan İslam’a karşı olan güvensizlikleri, modern-seküler alanlara karşı, aşağılık kompleksinden kaynaklanan eziklik duygusu; diğer taraftan İslam’a ilişkin konuları ve dini alanı sadece kendilerinin dolduracağına, sadece kendilerinin bu alanda yetkin olduklarına dair şımarıkça tutumları, dini alanda şizofrenik bir ilişki ağının oluşmasına neden olmaktadır.

GÜRCÜ KİMLİĞİ


Nâil-i devlet olan Gürcü Mehmed Paşa 
Kim âna olmış müyesser nîg haslet nîg hû 

Sadr-ı a’zam olmış idi şimdi hod kâimmakâm 
Hayr-ı a’la bulmağiçün eylemişdi cüst u cû [...] 

Gürcülerin müslümanlarla ilk teması Emeviler döneminde miladi 736 tarihinde gerçekleşti. Bu tarihte Kafkasya’da, müslümanlarla Hazar Hanı’nın ordusu arasında  çok ciddi bir savaş oldu. 
Tiflis -Ivan Aivazovsky 
Ve Gürcüler, ilk defa Müslümanlarla birlikte Hazarlara karşı savaştılar. Daha sonra, Abbasiler devrinde özellikle Selçuklular devrinde Müslümanlarla Gürcüler arasında ciddi temaslar oldu. Selçuklular devrindeki Gürcü krallığı ile Müslümanlar arasında sıkı bir temas vuku bulmuş, Gürcü askerlerinin Malazgird savaşında Bizans’ın yanında yer almalarına karşın Gürcü nüfusta ilk toplu Müslümanlaşma bu devirde olmuştur. Daha sonraki dönemlerde özellikle Akkoyunlular zamanında bu ilişki daha da arttı ve Gürcistan Akkoyunlu Uzun Hasan’ın himayesine girdi. 

Hatta Safevi Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd topladığı mürit ordusu ile Gürcistan’ı yağmalayıp, büyük zararlar vermesi karşısında, Akkoyunluların Şamahı Beyi, Gürcüleri korumak için Şeyh Cüneyd’e karşı harekete geçti. 

Osmanlılar döneminde, Gürcülerle olan ilişkiler daha da arttı ve birçok Gürcü Ağa, Bey ve Paşa, Osmanlı idaresinde yer aldılar. Gürcü asıllı 11 Sadrazam mevcuttur ve ilki Gürcü Mehmed Paşa'dır.

SABETAYCILIK TARTIŞMALARI VE KİMLİK SORUNLARIMIZ


Sabetaycılık konusu, son dönemlerdeki bazı çalışmalarda Türkiye’deki nüfusun büyük bir çoğunluğunun İbranî kökenli olduğunu ileri sürecek derecede fazlasıyla abartılmakta; halkın önemli bir bölümünün gereksiz yere töhmet, zann ve şüphe altında bırakıldığı müşahede olunmaktadır.

Sabetaycı kimlik, ya da Sabetaycılık sorunu, 20. yüzyılda zaman zaman gündeme gelmiş; ancak, konuya ilişkin kitap ve makalelerin genellikle ya çok ciddi ve sağlıklı bilgiler içermediği, ya da siyasi manipülasyon içeren, abartılara çok fazlaca yer veren çalışmalar olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle, 1950’li yıllardan sonra, genelde Milliyetçi/Muhafazakâr kesimin konuya ilişkin yayınlarının, konunun ülkemiz açısından son derece ciddiyet kesbetmiş olmasına rağmen, hiç bir ciddi bilgi ve kaynağa dayanmadığı, daha çok tepkisel ve ideolojik yorumları içerdiği gözlemlenmiştir. Bugüne kadar konuya ilişkin birkaçı hariç sadra şifa bilgi ve araştırmaya dayalı önemli bir çalışmanın pek de ortaya konulmadığı görülmektedir. Bu yüzden, abartı ve spekülasyonlara tepki olarak, bunları baz alarak gerek bazı Sabetaycı kökenli çevreler, gerekse bazı pro-semitic/pro-sabetaycı İslamcı çevreler ironik/alaycı yaklaşımlarla konunun ehemmiyetini göz ardı ettirerek, örtbas etmeye çalışmaktadırlar.
       
Oysa ki Sabetaycılık konusu ülkemizin yaklaşık iki yüzyıllık bir tarih diliminin, batılılaşma sürecinin, kimlik çatışmalarının doğru biçimde okunmasının anahtarlarından biridir. Sabetaycı kimlik, abartılmamakla birlikte, bu topraklardaki batılılaşma/modernleşme serüveninin içerideki başat kimliğidir. Bu kimlik doğru biçimde araştırılıp, okunmadığı müddetçe, bu serüvenin içerideki dinamiklerinin sağlıklı bir şekilde tesbit edilemeyeceği açıktır.

 

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind