FELSEFE MİRASINDAN HİSSE



Bilindiği gibi Pisagor, Sokrat ve Eflatun’un son ve aşılmaz varisi Aristo’dur. Ve Aristo’nun da asıl varisleri, Aquinolu Thomas hariç İslam filozoflarıdır. Başta Aristo olmak üzere bu dev mirasın bütün bilgilerini ele alıp açıklamak ciltlerle kitap gerektirir; bu da bizim haddimizi aşar. Fakat bu zengin düşünce dünyasının bir kısım epistemolojik anahtar kavramlarını kısa kısa da olsa, izah ederek, hem tarihe, hem felsefeye, hem günümüz biliminin anlaşılmasına ışık tutacak arkeofilozofik bir kazı yapmış olacağız. Şöyle ki:





Sokrates öğrencileri ile. Bir yazma İslam eserinden. (13.yüzyıl)
Akıl kavramı

Arapçada Akıl kelimesinin etimolojik manası, bir şeyi tanıyarak hakkında bir karar verme, bir durumu nitelendirme demektir. Daha da derin kökü ise ipi sağlam bir dayanağa bağlamak demektir.

Kur’an döneminde Arapça, somut olmayan ve fiil [aksiyon] olan şeylere isim takmayıp onları fiil olarak anlatıyordu. Onun için Kur’an’da onlarca 'akletmiyorlar mı?' şeklinde fiiller olduğu halde, salt somut bir isim olarak 'akıl' kelimesi geçmez. Bunun yerine isim formu olarak 'hilm', 'yumuşaklık ve naziklik' kelimesi kullanılıyor. Çünkü akıllı kişi, yumuşak ve nazik davranır. Kur’an’ın kullandığı 'lübb' ise öz demektir. İnsanın mahiyetini ve hakikatini, akıl ve kalbini beraber ifade eder.

Sonra Abbasi Halifesi Me’mun zamanında, Yunan Felsefesi Arapçaya çevrilince, Aristo’nun, 'Nous' [çekirdek, öz] dediği gerçeğe Müslümanlar 'Akıl' dediler. Yunanlıların 'Christos, Logos' dedikleri evrensel yasa ve aşkın akla da başta 'Mantık, Nutuk, Kelam' sonra da 'Faal akıl' dediler.

Biz burada gerek Yunanlıların ve gerek Müslümanların bu kelimelerle ne kastettiklerini yine onların izahından bazı alıntılar ile açıklamaya çalışacağız.

Heyula: Formsuz, şekilsiz madde.. Bu madde bir form ve suret ile aktif hale gelince Aristo ona enerji demiştir. Bu enerjiyi görünür hale getiren ise ondaki akıl [yazılım] yani form ve nous’tur. Nous, Batı dillerinde çekirdek demektir. Evet insanı akıllı insan yapan özündeki yazılımdır. Çekirdekleri de değerli kılan DNA yazılımıdır.

Heyulani Akıl: İnsanın bilgi yeteneklerinin henüz şekil almamış hali. Tıpkı üzerine yazılım formatı henüz basılmamış silikon maddesinden yapılan CD gibi. Aklın bu haline 'bil–kuvve akıl' denilir. Sonra çocuk yaşı ilerleyince, temel ilke bilgiler ile beyninin içinde somut bilgileri ve öz aklı alabilecek alt yapı yazılımı nakşedilir. Bu aşamaya 'kabil [alabilir] akıl' denilir. Bu aşamaya 'bil–fiil akıl' da denilir. Bu aşamadaki aklın, gerek iç biyolojik yazılımlarla ve gerek dışardan sibernetik bilgi akışı ile gelişmesi sonucu, insanoğlu bir mantalite [zihniyet, mantık] alır ki, buna 'müstefad [kazanılmış] akıl' denilir. İbn Rüşd ve İbn Bacce’ye göre, sonsuz bir etkileşim gerektiren bu müstefad akıl seviyesi, kozmolojik, evrensel Faal Aklın bir armağanıdır. İbn Sina’ya göre ise müstefad akıl, bil–kuvve ve bil–fiil akıl seviyelerinin bir açılımı ve çiçeğidir. Ona göre bu seviye sonra gelişir, evrensel Faal Akıl ile irtibat kurmaya başlar. Ölümsüz ebedi bir varlık ve saadet kazanır. Farabi’ye göre, müstefad [kazanılmış] akıl, Faal Akıl ile soyut ilkeler bazında birleşirse insanoğlu yetkin bir filozof olur. Ve eğer bu soyut ilkelerle beraber Faal Akıl, insanoğlunun muhayyilesini de işletirse, insan o evrensel bilgileri somut olarak da görür, ve onları iki koldan insanlığa bağışlar. Farabi’nin bu tespiti benim için bugüne kadar anlaşılmayan üç dört meseleyi açıklamış oldu. Şöyle ki:

1/ Vahiy, Sıbğa–ı Rabbaniyenin [terbiye edici, geliştirici ilahî boyanın] insan dimağındaki çiçek açmasıdır. [Mektubat, S.Nursi]

2/ Asya duygusal ve somut düşündüğünden rububiyet gereği, kader–i ilahi, Asya’ya daha çok peygamber göndermiştir. Avrupa ise daha çok aklı esas aldığından kader–i ilahi onlara da daha çok filozof göndermiştir. [Nutuk, S.Nursi]

3/ Tarihte bazı peygamberler put yapıldığı gibi bazı feylesoflar da put edinilmiştir. [A.Toynbee]

4/ Ehl–i keşfin müşahedesi, kuvve–i hayaliyenin fazlaca inkişafından ibarettir. [Sözler, S.Nursi] 

İbn Bacce, tasavvufu peygamberlik seviyesinde görmüyor. Çünkü ona göre peygamberlik, başta akıl olmak üzere insanın bütün duygularını çalıştırır, onları soyut ve somut olarak evrensel Faal Akla [kâinattaki sonsuz bilince] bağlar; onları sonsuz ve gerçek bir şekilde çalıştırır. Tasavvuf ise sadece keşif duygusunu açar, akıl ve diğer duyuların gereğini dışlar veya ihmal eder.

İbn-i Rüşd ve Porphryius arasında hayali bir tartışma.
Monfredo de Monte Imperiali Liber de herbis. (14.yüzyıl)         
Dolayısıyla Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi tasavvuf sırf kalbi kurtarır; sonsuz saadete ve insan–ı kâmil olmaya altyapı olamaz. Fakat Farabi’ye göre; Faal Aklın [sonsuz, evrensel bilincin] bir ifadesi olan Cebrail’den alınan nizam ve bilgi ile kalbin kontrolünde, din ve peygamberlik, tam ve ölümsüz bir saadet sağlar.


Bugün, Kuantum fiziği, Holografi teknolojisi, sibernetik derin yazılımlar keşfedildiği halde bugünün bilim adamları evrendeki sonsuz bilgiyi, bilinci Faal Aklı göremedikleri halde; ta 2500 sene önce Aristo’nun enerjiyi ve enerjinin premier halini [heyulayı] ve basit birer yazılım olan formu ve sonsuz bilinci ve yazılımı temsil eden 'Faal Aklı' dillendirmesi, gerçekten insanlık mantalitesinin bir mucizesidir.

Burada İbn Sina, Farabi, İbn Rüşd gibi yüksek dehaları dillendirmemenin sebebi, onların Aristo’ya şerh ve izahtan öte bir şey ilave etmemeleridir.

Fakat, İbn Bacce’nin tasavvuf hakkındaki mütalaası yani 'Tasavvuf faal akıl ile ittisal değildir, insanoğlunun tabii halinin bir açılımıdır' önermesi ve Farabi’nin, Faal Akıl ve bilince 'Cebrail' demesi ve peygamberlerin, genel kitlelerin istifadesi için temel soyut ilkeler yanında bu ilkelerin arketipal somut verilerini de somut olarak görüp, halka anlatmalarının üstünlüğünü dile getirmeleri şayan–ı takdirdir.

Bazı soyut bilgiler, insanlık için birer ışık iken, zamanla katı, maddi nesneler olarak algılanmışlardır. Ve bunun sonucu insanlık karanlığa gömülmüştür. Mesela Aristo’nun ilkeler [mebadi] bazında anlattığı bilgiler, zamanla 'madde miydi, cevher miydi, zarf mıydı, mazruf muydu?' gibi çelişkiler doğurmuştur. Bunun sonucunda da skolastik [hayal gücü spekülasyonlarla yürütülen] felsefe ortaya çıkmıştır. Ve bu felsefenin ortalığı kaplaması sonucu Farabi, "Felsefe nübüvvetten üstündür" demiştir; İbn Sina maddenin izahında boğulmuştur. İbn Rüşd determinizmin asla yırtılamayacağını iddia etmiştir. Haliyle bu kusurların bir sebebi de Aristo’dur. Çünkü onun bazı ilkeleri; gökler, felekler ve nedensellik ile ilgili izahları, bugünün bilimine göre yanlıştır. Veya yanlış anlaşılıyor.

Mesela Aristo’ya göre "İlk ilke [Tanrı] saf soyuttur. Bu ilke, sırası ile gökleri organize eden dokuz felek [evrensel akıl] doğurmuştur. Ay yörüngesinin maddi varlıklarına suret ve biçim veren ise son akıldır…" İşte bugün için bu meseleler anlaşılmıyor. Çünkü:

Saf soyut yoktur. Kur’an dahi Allah’ın sonsuz soyut varlığını ve sonsuz somut varlığını "Allah ve Rahman birdir" [17/110] ilkesi ile açıklıyor. Evet, eğer Meşşai filozoflar bu ilkeyi bilselerdi, haşr–i cismaniyi inkar etmezlerdi. Dolayısıyla kendilerini tekfir edilmekten kurtarırlardı.

Ayrıca, içkinlik ve aşkınlığı ifade eden Rahmaniyet gereği kurulan determine düzen, Rahimiyetin “ekstra inayeti” ile bazen yırtılıyor, diye hem haşre, hem de mucizelere inanabilirlerdi.

Eğer "göklerden maksat, metafizik âlemlerdir", desek ve 'ay altı' deyiminden, bu şehadet âlemini anlasak, belki bir derece onların bu konudaki sözlerinin bir manası olur. Yoksa bu gibi bilgiler, binlerce sene insanların beynini esir alan Batlamyus astronomi bilgisine yaslanan hurafevari yanlışlardır. Ve bu filozofların, yaratmayı feleklerin temsil ettiği dokuz akla vermeleri, Gazali gibi dindarları, o yüksek zekâ sahibi zatlara saldırtmıştır.

Bütün bu kusurlara rağmen, bu büyük düşünürlerin o kadar ciddi ilke ve sözleri var ki; onları affettiriyor... Ben burada bu sözlerden bir gerdanlık yapıp onları kısa izahlarla sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sophocles
1/ Akıl ve makul aynı şeydir. [İbn Rüşd]

Yani akıl da bir yazılımdır, aklın algıladığı nesnenin formu olan belirgin özelliği de bir yazılımdır.

2/  Beyan, beyindeki aklın [yazılımın] dışa vuruş şeklidir. [Kindi]

Yani dil ve konuşma da beyin gibi bir program ve yazılımdır. Ki, Kur’an bu beyan gücünü [ifadeyi] filozofların 'Nutuk, Natık' kavramları ile anlatmak istediği realite ile eş değer tutuyor.

3/ Duyular ve deney yoluyla kazanılan bilgilerin doğruluğu zorunlu değildir. Ancak 2 x 2 = 4 gibi faal aklın temel ilkelerinin doğruluğu zorunludur. [İbn Sina]

İşte bu bilgi, bu determinizm iddiası, Kuantum ve izafiyet teorisi bilinince, yırtılmış oldu. Yani yasal olarak, bu bilgi doğrudur. Ve zorunludur. Fakat milyarda bir de olsa yasalar bazen delinebilir. Bardağın içindeki su, milyar x milyar kere bardağın içindedir. Fakat bazen de dışında olabiliyor. Kuantum fizikçilerinin anlattıkları gibi.

4/ İnsanın nefs–i natıkası [beyni] evrensel ilkeleri içermez. Onun için göksel evrensel akıl ile iletişim gerekir. [İbn Sina]
Hologram teknolojisi, beynin sibernetik yazılım ve programları, bugün için bu iddiayı çürütmüştür.

5/ İnsanın edindiği müstefad akıl, tam soyuttur. Onun için ölüm ve bozulma söz konusu değildir. [İbn Bacce] 

Makulat, Eflatunun iddia ettiği ideler gibi madde ve somuttan ayrık değildir. [İbn Bacce]

Yani saf soyut ve saf somut yoktur. Ve insanın soyut ve ölümsüz mukadderat–ı hayatı [ruhu] daima ilişki içinde olduğu bir frekans ve madde vardır.

Demek eğer İbn Rüşd, Kur’an’ın bu anlayışını esas alan İbn Bacce’yi tam anlasaydı, daha âlim ve dindar bir filozof olurdu. Gazali ile çelişmezdi. Fakat fazlaca Aristo’nun tesirinde kaldığından, maalesef o değerli bilgileri İslam Dünyasından ziyade Avrupa Rönesans ve aydınlanmasına vesile oldu.

6/ Duyular, algıladıkları nesnelerin izahında aldanabilirler. Saf soyut akıl ise değişmez ilkelere dayandığından onda aldanma olmaz. [İbn Rüşd] İşte bu söz doğru olmakla beraber, firesiz değildir. Çünkü insanın soyut düşüncesi dahi, duyular gibi yine bir kısım somut datalara dayanır.

Varlık da, soyutlama ve akıl da, data ve bilgiler de, "hissetme, tatma, infial [etkilenme] başka bir tabir ile şükretme" deyimleri ile izah edilebilir. Ki, çok değerli bir düşünür, Fani Efendi, "Allah’ın öz varlığı olan zat, lezzattır", diyebilmiştir. Kur’an’ın tabiri ile bu derin gerçek; "Eğer şükredip [yani, soyut–somut bütün varlık kategorilerini hissedip, onları sonsuz soyutlama makinesi gibi olan beyninizde, manaya, ebedi (ölümsüz) yazılara dönüştürürseniz] size bu varlık nimetini arttıracağım" mealindeki âyetlerle mucizevî bir şekilde hem ifade edilmiş, hem de yaşatılmıştır.

Küçük ve ölümlü bir bene ve bilince sahip olan insanoğlu, sonsuz soyut Ben ile entegre olursa, filozofların tabiri ile 'Faal Akıl' ile ittisalda bulunursa, sufilerin tabiri ile 'Fena–fillah' olursa, sonsuz bir varlık ve saadet kazanmış olur. Rahmaniyet, Rahimiyet ve Uluhiyeti bilmiş, feyizlerini kazanmış olur; onun kişiliği de bu bilgi sayesinde yetkinliğe sahip olur.

Bütün filozoflar, insanın küçük akıl ve gücünün Yaratıcı olamayacağını, ancak evrensel bilinç ile ittisalda bulunursa, sonsuz bir saadet kazanacağını söylemişlerdir. Fakat saadeti soyut ruhani olarak düşündüklerinden ve bazı yaratıkları on akla havale ettiklerinden İslam dünyasında itibar görmemişlerdir. Eğer bu eksiklik olmasaydı, bugün dünyayı müslümanlar yönetirdi.

Ah! Varlık ve saadet o kadar sonsuz ki, sınırlı satırlarımıza ve soyut kavramlarımıza sığmıyor. Onun için biz burada kanaat edip, bu kadar ile iktifa ediyoruz...
BAHAEDDİN SAĞLAM

0 yorum:

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind