RİSALE-İ NUR bir TEFSİR mi?


Kur’an ile yaşadığımız dönem arasında uzun bir zaman geçti. Ve Kur’an yorumu [tefsir] tarihi boyunca, önemli istisnalar hariç çoğunlukla Kur’an’ın söz ve anlam dizgesine [nazm-ı maanî] dikkat edilmedi. Ve ne yazık ki biz bugün Kur’an metnini, ifadelerini, indiği dönemdeki klasik, otantik, orijinal dilsel mantık ve özellikler içinde [qur’anen arabiyyen] kavrama gayretini göstermiyoruz.


Tefsir, Kur’anın açılmasına yani anlaşılmasına sebep olan, anlayış tarzı, makale, kitap ve eğitim metodu demektir. Hz. Muhammed, Kur’anı yaşayarak onu tefsir etmiştir. Ve O'nun bu tefsiri, fiilî sünnet olarak bize tevâtüren intikal etmiştir. [Hacc/78]

Özellikle Ortaçağ müfessirleri dirayet yoluyla ve çoğu zaman da, belagat, sarf ve nahiv desteğiyle Kur’anı anlaşılır hale getiren kitaplar yazdılar. Bunların en önemlisi, Keşşaf ve Beyzâvî tefsirleridir.

Râzî ve benzer tefsirler ise bir miktar çerçeveyi aşıp, adeta Kur’anı bir felsefe veya tasavvuf kitabı haline getirdiler. Elbette bu tefsirlerden de istifade edilir, etmek gerekir. Fakat onların bu zaaf yönünü unutmamak gerekir.

Seyyid Kutub merhumun tefsiri ise daha çok yönlendirme (tevcih) tefsiridir. Direkt olarak bilgi vermez. Fakat nisbeten sağlıklı bir anlayışa doğru okuyucuyu yönlendirir.

Risale-i Nur’un tefsir yönü ise müellifinin ifadesiyle 3 boyutlu bir projedir:

1/ Kur’an’daki ana temel konuların isbatı, kanıtlanması ve o konuların gerçek irfanı (bilgisi) şeklinde oluşan tefsir.

Tefsir iki kısımdır. Birincisi malum tefsirlerdir ki Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise Kur’an’ın hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pek ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan manevi bir tefsirdir. [Şualar]

2/Kur’an bir hazinedir. Risale-i Nur ise bir anahtardır.” ifadesi çerçevesinde, Kur’an’ın mucizelik nükteleri ve anahtarları. Benim sayımıma göre, bunların sayısı 7000’ i buluyor. Örnek vermek gerekirse müellif [Nursî], 29.söz’ün içeriğini Fihrist’te:

[ve yesaluneke a’nir-ruh qul..]
"Senden ruhu soruyorlar. De ki ruh rabbimin emrindendir.." [İsra/85],
[ve ma emrus saa’ti illa kelemhıl basar…]
"Kıyametin kopması ise göz açıp kapama gibi veya daha kısadır." [Nahl/77],
[ma halqukum vela ba’sukum illa ke nefsin vahide..]
"hepinizi yaratmak ve diriltmek, bir tek kişi(yi yaratmak) gibidir…" [Lokman/28] ayetlerinin mealinde yüzer âyâtın, Haşr, Beka-ı Ruh ve Melaikeye dair üç mühim hakikatını tefsir eder.

şeklinde özetlemiştir.

3/ Kur’an ile yaşadığımız dönem arasında uzun bir zaman geçti. Ve Kur’an yorumu [tefsir] tarihi boyunca, önemli istisnalar hariç çoğunlukla Kur’an’ın söz ve anlam dizgesine [nazm-ı maanî] dikkat edilmedi. Ve ne yazık ki biz bugün Kur’an metnini, ifadelerini, indiği dönemdeki klasik, otantik, orijinal dilsel mantık ve özellikler içinde [qur’anen arabiyyen] kavrama gayretini göstermiyoruz. [Gazali’nin ‘fıqh, ilim, tevhid, zikr, hikmet..’ gibi kavramların anlamlarının zaman içinde nasıl kaydığının (tahrif) semantik değerlendirmesi için bkz. İhya]

Din/Vahiy/Sembol dili konusunda bilgileri zayıf olan, dinsel metinleri parçacı, iç ilişkileri kopuk ve anlam/söz dizgesini esas al(a)mayarak yorumlamaya çalışan fakat dinî hamiyetleri kuvvetli olan kimi değerli zâtlar, dini -hurâfelerden kurtarmak için!!-, Kur’an’ın, vahyin evrensel, derin hakikatlerini inkâr eder şekilde yorumladılar.

Kimileri [katı pozitivistler ve zihin yapılarıyla örtük pozitivist, modernist dindarlar ki her iki topluluk sözde birbirinin karşıtı hatta düşmanıdır ancak düşünce yapıları aynıdır. Örneğin ortak sloganlarından biri ‘hurafelerden kurtulmak/kutsal olanı hurafelerden ayıklamak’] dinsel/kutsal olanı somutlaştırmaya, maddileştirmeye çalışırken kimileri somut/maddi ya da hurafe diye adlandırılanın içinde anlamı ve kutsalı aradılar.

İşte İşârâtü’l-İ’caz bu sebepten yazıldı. Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’caz’da, Kur’an’ın mânâsının anlaşılması için anlamı, yorumu dile dayandırır [özellikle nazm-ı maanî] ve Kuran’ın belagat yönünün, dilsel olağanüstülüğünün zevkî, subjektif değil (Sekkaki, Baqıllani), nesnel, objektif olduğunu (Cürcani) ispat eder. İşârâtü’l-İ’caz, özellikle, ayetin diğer ayetlerle, cümlenin diğer cümlelerle mucizevî bütünlüğünü gören, gösteren, uygulatan gerçek tefsir geleneğine uygun bir sermeşk tefsirdir. [Ebu Hanife, A.Cürcani ve özellikle Keşşaf adlı tefsirinde Zemahşeri bu mucizelik boyutuna dikkat çekmişlerdir.]

Uzak bir gelecekte yazılacak yüksek bir tefsire örnek,
bir kaynak olmak üzere
o zamanın insanlarına bir yadigâr maksadıyla yazdım. [Nursî]

Cihan harbinin meydana getirdiği olumsuz hadiseler yüzünden olmasaydı, İşârâtü’l-İ’caz’ı, Allah’ın tevfiki ve izni ile 60 cilt yazacaktım. İnşallah, Risale-i Nur, tasavvur edilen o harika tefsirin yerini tutacak. [Barla lahikası]

Bediüzzaman, tefsirinin bazı parçalarında, yer yer müsbet ilimlerin şahitliğiyle delillendirdiği  o müsbet ilmî meseleleri Tantâvî gibi esas almıyor. Kur’an dili/mantığı ile yüzyılların önümüze koyup bizi kilitlediği müşkillere açıklık getiriyor ancak maalesef anlaşılamıyor ve haksız suçlamalara maruz bırakılıyor.

Müsbet ilmin eli, henüz bu evrensel [cihanşümul] meselelere ulaşmamıştır. [29.Mektub]

İstikrarsız, değişken, birbiriyle çelişen, her zaman değişebilen, birbirini yalanlayan, fen ve felsefe nazariyeleri, takip ettiği yol ve bağlı bulunduğu kaynak bakımından ayrı olan vahyin naslarına yani Kur’an’a ayar olamaz, mihenk olamaz. [Şuaat ü Ma’rifet’n-Nebi]

[İlginçtir, müellifin bu pasajı yazdığı yıllar henüz pozitivizmin altın çağı idi. Pozitif olan neredeyse kutsal gibiydi, Russell, Ayer gibi ilim adamları her şeyin açıklaması, her şeyin teorisi gibi konularla uğraşıyordu ve Marksizm, Liberalizm gibi grand teoriler revaçta idi; falsiability (yanlışlanabilirlik) ilkesinden henüz söz edilmiyordu. -editör]

İki gün evvel, Risale-i Nur’da yer alan ism-i Hakem nüktesini okuyan bir Nakşî dervişi, güneş ve güneş sisteminin mevzuunu, Risale-i Nur mesleğine uygun olmadığını düşünerek ‘bu eserler de fen bilginleri ve kozmografyacılar gibi meselelere bakar’ demiş, yanlış bir vehme kapılmış. Sonra benim yanımda kendisine aynı konular okundu, yanlışlığını anladı. Risale-i Nur’un kâinattan bahsetmesinin fencilerin tarzından çok farklı olduğunu kavradı.
Ve şunu anladı ki:
Kozmografyacılar gibi fencilerin dayanakları olan ve onları gaflete sokan en uzak perdelerde, Risale-i Nur tevhid nurunu gösteriyor. Onların en uzak sığınaklarını bozuyor. Her yerde, Allah’ın varlığını gösteren marifetlere ve O’nu hissettiren manevi huzura bir yol buluyor... [Kastamonu Lahikası]

Risale-i Nur dahi, ne şarkın malumatından, ulûmundan ne de garbın felsefe ve funûnundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavi olan Kur’an’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir. [Sikke-i Tasdik-i Gaybi]

[Müellifin bu meyanda en çok sözkonusu edilen 20.Söz’ün ikinci makamı, bizzat Üstad’ın girişte özel bir vurguyla, ‘Ahirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et!‘ ve metin içindeki ‘Bir Nükte-i Mühimme ve Bir Sırr-ı Ehem‘ uyarılarıyla, mutlaka öncelikle bu pasajların okuması ile başlanarak değerlendirilmesi gerekir.
Üstad, bu bölümde aslında asırlardır, Kur’an’dan önce de vahiy tarihi boyunca tartışılmış;
       -Bilim, felsefe ile dinin arasındaki ilişki nedir?
       -İnsan bilgisinin sınırı nedir?
       -Teolojik olmayan bir alan, bilgi sözkonusu olabilir mi? (vela ratbin vela yabisin illa fi kitabin mubîn..)
      -Bilginin, felsefenin, mantığın, bilimin, mesleklerin, zanaatların tabiatı, niteliği, ontolojik kökeni nedir? vs... gibi soruları, müşkilleri, Kur’an dili [logic & linguistic] çerçevesinde [işaret, remiz, nükte, lisan-ı remziyle manen diyor ki…, delâlet ediyor ki…, işaret-i latife, sarahata yakın işaret ….] cevaplıyor ki gerçekten orijinal bir yorumdur. -editör]

Ayrıca burada müellif iki ilmî ve irşâdî fayda gözetiyor:

1/ Müfessir, varlığı, dini, metafiziği Kur’an'ın çerçevesinde ontolojik olarak izah ettiği zaman, müsbet ilimlerin bakışını da bu ontolojik çerçevede değerlendirmesi gerekir. Yoksa asrının ilim seviyesini esas almayan bir eser, ontolojik izahlarda bîçare kalır.

Nitekim ciddi birçok klasik müfessir belki pozitif bilimleri değerlendiremediler ancak mantık, felsefe, dilbilim, edebiyat, coğrafya, tarih gibi bilimleri ki bugün sosyal, beşeri bilimler diyoruz tefsirleri içinde değerlendirmeye çalıştılar. [Hatta kimi zaman vahiy yorumu açısından yukarda belirttiğimiz gibi şirazeyi bozdular.]

2/ Ayrıca, bütün gelenek ve inanç temellerini sarsan bu çağdaki müsbet ilimleri istişhad etmek —fakat talî derecede— asrın insanlarını irşad için gerekli ve dinî bir metoddur. Bütün peygamberlerin ve nebilerin de asırlarının doğru bilgilerini talî olarak irşad malzemesi yapmaları bunun evrensel, dinî bir tebliğ metodu olduğunu gösterir.

Kilise’nin de İslam Dünyası’nın da bu çağdaki başarısızlıkları, dinin bu evrensel emrini yerine getirmemeleridir. İşi, kör bir inada, taassuba dayatmalarıdır.

İşte kısaca değindiğimiz bu 5–6 gerçeğe rağmen, belagatta, irşadda, müsbet ilimde ve hatta edebiyatta bîbehre ve siyasetle ve maddiyâtla zedelenmiş bir kısım —sözde— radikallerin kalkıp, Risaleleri haksız olarak tenkit etmeleri, gerçekten bu deccâlâne çağın bir marazıdır. Veya şöhret deliliğidir. Veya ahmakça gerçekleşen bir dindarlığın eksik ve cahilce yansımasıdır.

Gerçekten bu gün inanan insanların elinde evrensel onbinlerce güzel ve gerçekten güçlü ilmî mesele varken, ya hurafeciler veya bilgi anarşistleri yüzünden o bilgiler onbinlerce çürük yumurta haline geliyor. Dinsizler ehl-i fetret olup, kurtulurken; dindarlar, gerici, yobaz veya nihilist bir ruh hali içinde kalıyorlar. İnsanlar da şaşırıyor: “Bu dindarlar, neden dinsizlerden daha kötü davranışlı oluyorlar!” diye çokça soruluyor.

Bediüzzaman, Risale-i Nur’dan önce, Kur’anın anlaşılması için usûl ve metod olarak Muhâkemât’ı yazdı. Eserin Arapçasını ‘Reçetetu’l Ulema’ ve ‘Saykalu’l İslamiyyet’ başlıklarıyla tab ettirdi. Muhakemat, yazmayı düşündüğü ve başladığı [İşârâtü’l-İ’caz] 60 cilt tefsirin önsözü olarak yazılmıştı. Burada tefsir, tevil, vahiy ve dolaylı konularla ilgili 300’ e yakın prensip ve metodik bilgiler ve esaslar mevcuttur.

[Muhakemat, theologicolinguistic bir eser olmasının yanı sıra bir meydan okumadır.(challenge) -editör]

Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevk-ul ceyş ile kuvvet bulan hayalat ve evhamın….

Eğer sual edersen: [….]zira telahuk-u efkar ve tecrübelerin keşfiyatıyla açıklığa kavuşan meselelere bürhan getirmek, malumu ilam demektir?....

Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt’asında iştirak eden cümlesi gerçi sureten 13. asrın çocuklarıdır fakat fikir ve terakki cihetiyle orta çağın yadigârıdırlar. Sözde çağdaşlarımız, 3. asrın sonundan 13. asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veya örnek modeli veyahut melez bir kavimdir. Hatta bu zamanın çok bedihiyyatı onlarca mevhumat sayılır. [Muhakemat]

Sonra “Kur’anın asıl mucizeliği nazmındadır [söz & anlam dizgesi], yani dizilişinde ve metnin anlam bütünlüğündedir.” diyerek, Fatiha ve Bakara suresinden 33 ayeti nümune olarak tefsir etti. [bkz. İşaratü’l İcaz]

Onun asıl hedefi, değişik müsbet ve dinî ilimlerde uzman olan bir kurul (heyet) kurup kollektif bir tefsir hazırlatmak idi. Sonra dünyada büyük, kültürel bir deprem oldu. O da böyle bir heyetin, kolay kolay temin edilemeyeceğini görerek, hakikate, vahye, varlığa, manaya anahtar anlamında 6000 sayfalık Risale-i Nur’u yazdı. Nur talebelerinin, bu anahtar bilgilerle ve Muhâkemât ve İşârâtü’l-İ’caz örneğiyle bir tefsir yazacaklarını tavsiye etti. [bkz. Rumuzât-ı Semâniye ve Emirdağ II]

Fakat bu kültür depremi, hala etkili ki samimi kişiler, O’nun [B.Said Nursî] dilini anlamıyorlar. Siyasî ve dünyevi kimlikler de, ucuzcu bir şekilde, Risaleleri okumadan, kullanmadan onu eleştiriyorlar. İşte gelin görün, siz hakem olun!
BAHAEDDİN SAĞLAM

0 yorum:

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind