VARLIK VE TANRI'YA DAİR..


Aslında kimse Allah’ı inkâr etmiyor. Çünkü Allah’ı inkâr etmek varlığı ve gerçekliği inkâr etmek demektir. Yani Allah yoktur diyenler, Kilisenin ve avamın tasavvur ettiği 'Tanrı/Theo' yoktur, demek istiyorlar. Ve kendi ontolojik varlık anlayışlarını ifade edemediklerinden 'agnostik' gibi kalıyorlar. Hatta "varlık bir yanılsamadır", diyenler dahi hayal seviyesinde bile olsa bir gerçeklik rengini kabul etmiş oluyorlar. Varlığı kabul edip, onu absürt ve değersiz görenlere ise 'Nihilist' denilir. Bu kelime de etimolojik olarak algı ve duygu zayıflığı demektir.

Varlık konusunda Tevrat ve İncil mucize oldukları gibi Kur’an da çok çok yüksek mucizeler gösteriyor. Mesela tapılan nesne ve değerler için normal dil bilgisi kurallarına göre 'mabud' kelimesi kullanılması gerekirken, buna bedel daima 'Allah ve İlah' kelimelerini kullanıyor. Bu gramatik incelikle diyor ki; ism-i meful siğası [kipi], edilgenliği, sınırlılığı ve donukluğu ifade ediyor. Hâlbuki Tanrı gibi tapılan hakikat aktif, kutsal ve sonsuz olmalı ki, ancak 'İlah ve Allah' kelimeleri ile ifade edilebilir. Yine Kur’an’da 'mabud' kelimesinin geçmemesi gibi 'mahlûk' [yaratık] kelimesi de geçmiyor. Sadece 'Halıq' [yaratan] ve 'Halq' [yaratma] kelimeleri geçiyor. Evet, İlahî sonsuz-soyut varlık, kudretine sürekli şekil veriyor. Yani nesneleri belli bir form içinde oluşturuyor. Zaten 'Halıq' kelimesi şekillendirme demektir. Allah’ın yaratıcılığı ve şekillendirmesi sonsuz ve süresiz olarak devam ediyor. Fakat anbean nesnelerin yapısı nitelik ve nicelik olarak değiştiğinden donukluk ve sınırlılık ifade eden ism-i meful sığasıyla 'mahlûk' ve 'mahlûkat' kelimesi Kur’an’da geçmiyor. Bu ontolojik iki kelime gibi 'mevcut' ve 'mevcudat' kelimeleri de geçmiyor. Çünkü 'vücud' [varlık] sürekli aktiflik içindedir, sonsuzdur yani sadece bir tanedir. Ki bu sonsuz varlığın zihindeki karşılığı 1 ve Birliktir. Diğer nesneler ve formlar sadece o Birin türevleridir. Kur’an vücud kökünden sadece 'vecede-yecidu' fiillerini kullanıyor. Bu üslubuyla der ki, varlık bir tanedir ve sonsuzdur. İnsan sadece kapasitesi nispetinde onunla karşılaşır ve onu hisseder.


Vahiy dilinde Varlık kavramı

Bütün gelişmişliğine rağmen yapay ürünler, doğal olanların yerini tutamazlar çünkü yapay şeyler sınırlı ve belli bir zihin ve sürecin ürünüdürler. Doğal olanlar ise milyarlarca yılı aşan ve kâinat kadar bilinç içeren bir sürecin meyvesidirler. Aynı şekilde, vahiy dediğimiz kâinatın logosu ve mantığı da, bütün geçmiş ve geleceğin, fizik ve metafiziğin dili ve ifadesidir. Buna mukabil günlük çarşı dilimiz ise en fazla yüz yıllık bir birikime ve derinliğe sahiptir. Ana konumuza geçmeden önce, bir-iki örnek verirsek, bu çetrefilli ve derin yapıyı biraz aydınlatmış oluruz. İşte:

Âdem [insanoğlu daha soyut kavramları bilmeden] çıplaklığın utanç verici olduğunu bilmiyordu. Sonra [prefrontal kortex sayesinde soyut değerleri öğrenince] o çıplak kişiliğini meşeliğin içinde [bir orman gibi olan bilinçdışında] gizlemeye çalıştı. [Tekvin, 2/5]

Bu tarz bir izah, belki sıradan bir insan için çok şey ifade etmeyebilir. Fakat Antropoloji, Psikoloji, Nöroloji gibi bilimlere vakıf bir bilim insanı için bu iki satır, iki müstakil kitap kadar bilgi veriyor.

Nitekim Tekvin kitabının daha ileriki baplarında bu meseleyi izah eden bir pasaj daha var:

İbrahim, Rabbi [geliştirici ilahi gücü] mamre meşeliği içinde gördü. [Tekvin, 18/1]

Âdem [insanoğlu] Rabbin [geliştiren ilahi gücün] onu gelişmeye çağırmasına mukabil, eski ilkel ve çıplak kişiliğini imha edemiyor; sadece süper ego ve üst kortex altında [yani bilinçdışında] onları gizliyor. Ve burada, bu insanî yapıda kadın ve erkek eşit olduğundan Allah (Rabb) direkt olarak âdem ile konuştu, deniyor. Âdem [insanoğlu] soyut kavramları [isimleri] öğrenince, ilahi bir varlık oldu. Bu devrenin sonunda Allah’ın oğulları ve kızları olan insanlar birbirleriyle evlendiler. Yani evlilik kavramı namus gibi soyut değerlerden sonra var olmuştur. [bkz. Tekvin, 3/ 9–11 ve 22]

Burada dikkat etmeniz gereken şudur: Bu dinî ve vahiy ürünü olan metinler, ürün ve meyve manasında olan 'oğul ve oğullar' deyimini kullanırken, Allah’ın sonsuz soyut varlığına yakışmayan 'veled, doğurma' gibi kelimeleri kullanmamışlardır. Fakat sonra bazı şekilci dindarlar 'oğul' kavramını maddi bir doğurma gibi anlayınca, Kur’an bunu düzeltmeye çalıştı. Yani Tevrat ve İncil’in metnine yanlış demedi. “Yahudi ve Hıristiyanlar yanlış anlıyor; müşrikler gibi Allah’ı maddi olarak biliyorlar” dedi. [Tevbe/30]

Varlık konusunda Tevrat ve İncil mucize oldukları gibi Kur’an da çok çok yüksek mucizeler gösteriyor. Mesela tapılan nesne ve değerler için normal dil bilgisi kurallarına göre 'mabud' kelimesi kullanılması gerekirken, buna bedel daima 'Allah ve İlah' kelimelerini kullanıyor. Bu gramatik incelikle diyor ki; ism-i meful siğası [kipi], edilgenliği, sınırlılığı ve donukluğu ifade ediyor. Hâlbuki Tanrı gibi tapılan hakikat aktif, kutsal ve sonsuz olmalı ki, ancak 'İlah ve Allah' kelimeleri ile ifade edilebilir.

Yine Kur’an’da 'mabud' kelimesinin geçmemesi gibi 'mahlûk' [yaratık] kelimesi de geçmiyor. Sadece 'Halıq' [yaratan] ve 'Halq' [yaratma] kelimeleri geçiyor. Evet, İlahî sonsuz-soyut varlık, kudretine sürekli şekil veriyor. Yani nesneleri belli bir form içinde oluşturuyor. Zaten 'Halıq' kelimesi şekillendirme demektir. Allah’ın yaratıcılığı ve şekillendirmesi sonsuz ve süresiz olarak devam ediyor. Fakat anbean nesnelerin yapısı nitelik ve nicelik olarak değiştiğinden donukluk ve sınırlılık ifade eden ism-i meful sığasıyla 'mahlûk' ve 'mahlûkat' kelimesi Kur’an’da geçmiyor. Bu ontolojik iki kelime gibi 'mevcut' ve 'mevcudat' kelimeleri de geçmiyor. Çünkü 'vücud' [varlık] sürekli aktiflik içindedir, sonsuzdur yani sadece bir tanedir. Ki bu sonsuz varlığın zihindeki karşılığı 1 ve Birliktir. Diğer nesneler ve formlar sadece o Birin türevleridir. Kur’an vücud kökünden sadece 'vecede-yecidu' fiillerini kullanıyor. Bu üslubuyla der ki, varlık bir tanedir ve sonsuzdur. İnsan sadece kapasitesi nispetinde onunla karşılaşır ve onu hisseder.

Çinliler, [Taocular] bu 1 değerindeki somutluk kavramından da rahatsız olmuşlar ki, o sonsuz ve soyut varlığı 1 ile değil de sıfır ile ifade etmişlerdir. Ki İslamî literatürde, 0 [sıfır] Allah’ı temsil ederken, 1 [bir] Rahmaniyeti temsil ediyor.

Ayrıca klasik Arap dilinde, fonetikleri birbirine yakın olan kelimeler, belli bir ortak noktada kesişirler. Mesela 'necis, ricis' gibi 'cûd ve vücud' kelimeleri de birbirine yakın manalara konulan iki bayraktırlar. Bizim mecazen kullandığımız 'vücud' kelimesi, somut ve ilahî sonsuz soyut varlığın bir cûdu ve cömertliğidir. Ki, Kur’an bu varlık şifresini Besmelenin dört kelimesinde ifade ediyor.

Allah: Tapılmaya layık, değerlere sahip, sonsuz soyut varlık

Rahman: Bu sonsuz-soyut varlığın, sonsuz-somut örneklerle, somut varlıkları ve onların özü olan kişiliklerini, düzenli ve yasal olarak beslemesi...

Rahim: Soyut ile somutun birleşmesi sonucu, sıra dışı ekstra iyilikler, cömertlikler, şefkat ve inayetler…

Bu üç kısım varlığın bilimsel yönü ise 'isim' kelimesinde saklıdır.

İsim ve esma, sınırlı somut belirgin nokta varlıklar, demektir. Özellikle belirginleşen benler ve bilinçler. Ki her birisi, Allah’ın o sonsuz varlık hazinesinden istifade etmenin bir yolu ve yordamı, bilimsel bir izahıdır. Demek Allah’ın isimleri yıldız, çiçek, böcek, kimya, fizik, ihsan, insan vs. varlıklardır. Yani Allah’ın isimleri, İbranice veya Arapça veya Süryanice belli kutsal kelimeler demek değildir. Bu kutsal kelimeler, anlattığımız bu cûd ve rahmet noktalarının insan tarafından, sözcüklerle işaretlenmesidir.

Allah Âdeme [insanoğluna] Allah’ın isimleri olan eşyanın mahiyetlerini öğretti.
Ve ey Âdem,
Bunların isimlerini [özelliklerini] meleklere bildir! dedi.
[Bakara/31]

O sonsuz-soyut varlık, yani Allah, Rahmaniyetiyle somut noktalarda kendini gösterdiği gibi insanoğlunu hayvaniyet mertebesinden alıp Rububiyet ve gelişme sürecinde onu yeryüzünün halifesi yapması da, o sonsuz mükemmel varlık düzeninin bir çiçeğidir.

Özellikle Sami [semitic] dillerde, Allah’ın isimleri kabul edilen sözcüklerin, sonsuz bir bilinci ifade eder tarzda matematiksel boyutları taşımaları, insanın âdem olmasının bir mucizesi gibi duruyor.

Evet, varlık bütün boyutları ve renkleri ile o kadar büyük ve sonsuz bir nimettir ki, Kur’an onu kapsayacak sınırlandıracak bir kelime ile ifade etmiyor. Yokluk yoktur, dercesine 'adem' kelimesini kullanmıyor. Tek gerçek 'Hakk' sonsuz ve kuşatıcı olan Allah’tır, diyor.

Peki, bu kadar güzelliğe rağmen neden bazıları O'nu inkâr ediyor?

'[O ki] Tanrısız' anlamındaki Yunanca kelime, αθεοι (atheoi).
3.yüzyıl erken dönemine ait papirüs'ten. [Efeslilere mektup 2/12]
Aslında kimse Allah’ı inkâr etmiyor. Çünkü Allah’ı inkâr etmek varlığı ve gerçekliği inkâr etmek demektir. Yani Allah yoktur diyenler, Kilisenin ve avamın tasavvur ettiği 'Tanrı/Theo' yoktur, demek istiyorlar. Ve kendi ontolojik varlık anlayışlarını ifade edemediklerinden 'agnostik' gibi kalıyorlar. Hatta "varlık bir yanılsamadır", diyenler dahi hayal seviyesinde bile olsa bir gerçeklik rengini kabul etmiş oluyorlar. Varlığı kabul edip, onu absürd ve değersiz görenlere ise 'Nihilist' denilir. Bu kelime de etimolojik olarak algı ve duygu zayıflığı demektir.

İnsanda sağlıklı bir mide ve iştah yoksa semavi [göksel] bir sofra olan sonsuz nimetleri içeren, sürekli gelişen ve geliştikçe göreceli eksiklikleri tamamlayan varlık sofrasından, elbette ki payı az olacaktır. Azap dediğimiz gerçek dahi, yıkıcı olma niteliği ile değil de nimetin eksikliği demektir. Nimetten istifade ise duyu ve algıların gelişmesine bağlıdır. Bu da insan elindedir. Zaten küfür kavramının birinci manası değerlerin yokluğunu iddia etmek değildir. Varlığın, hayatın nimet oluşunu görmemektir. İnkâr manasındaki kelime ise 'cuhud' tur. Ki bu da felsefi, bilimsel ve gerçek manada mümkün değildir.

Varlığın o çok boyutlarının yapısını ve çok çeşitliliğini algılama ve duyumsamanın dini ismi 'şükür' dür. Ve kim neyi ne kadar algılıyorsa, hissedip yaşıyorsa, onun değeri o kadardır. Aşk dahi, bu varlık nimetinin mükemmelliğini şiddetli derecede hissedip ona doğru incizap ve cezbedir.

Gölge ve Gölge Varlık kavramı

Hem Kur’an’da, hem Sami dil ailesinde, hatta Aryen dil grubunda gölge ve gölge edebilecek manalarını taşıyan kelimeler, birbirlerine çok yakındırlar. İnsanın yapısı aynı olduğuna göre, duyguların varlık karşısındaki ifadesi olan bu ontolojik meselede de kelimeler aynı zihniyeti taşıyor. Mesela, Sami dillerde 'madde', uzayan nesne demektir. Ki Batı dillerinde de bu mana, 'mater, material' kelimeleriyle ifade edilmiştir. Metre [uzunluk ölçüsü] kelimesi de bu kökten gelir. Ve fizikte bilindiği gibi parçacıklar [kuantite] birleşip bir alanda yer alınca, Arapçada 'mekân' [oluşum sahası] yani varlık nimetinden istifade edilebilecek somutlaşma alanı denilmiştir. Belki de kader tarafından madde ve varlığın 5’li yapısına ve mekânın niceliğine işareten 'madde' nin sayısal değeri 50; 'mekân' ın ise sayısal değeri 111 gelmiştir.

Somut varlık ile madde ile mekân ile çok ilişkili olan 'zıll' [gölge] kavramının da dikkat çekici manaları vardır. Şöyle ki; bu kök kelime nakıs fiil [yardımcı fiil] olarak kullanılır, süreklilik ve fiilin o ana kadar devam ettiğini bildirir. Bir de mecaz-ı mürsel olarak gölge eden bulut, dağ, duman gibi somut şeyler manasına da gelir. Ve gölgelik mekân manasından dolayı, varlığın konfor ortamının adı manasına geldiğinden, 'Gölge ve gölgelikler' Kur’an’da, özellikle cennet, nimet ve saadetin ifadesi siyakında kullanılmıştır. [bkz. Ragıp, el-Müfredat]

Bu manalara dayanarak diyebiliriz ki; gölge, ne çok sıcak ne çok soğuk olmayan ve bugünkü dilde konfor kelimesi ile ifade edilen, mutlu ortam demektir. Dolayısıyla "Araplar gölgeye çok muhtaç olduklarından Kur’an bu kelimeyi çokça kullanmıştır" gibi bir serzenişe de gerek yok. Ve Kur’an’ın fizik deyimi olarak bu kelimeyi kullanması, başlı başına, büyük ve açık bir mucizedir. Öyle ki, âyetlerin zahir meallerinden bile bu açık mucize görünüyor. Şöyle ki:

Allah’ın, yasal meşietiyle şekillendirip yararlı hale getirdiği nesneleri görmediler mi?
Onların gölgeleri sağdan [doğudan] ve şemaillerinden [şekillerinden] çekilip, Allah’ın sonsuz sistemine itaat ediyor.
Ve nesnelerin kendisi de, Allah’ın sonsuz büyüklüğü karşısında bükülüp kalıyorlar.
[Nahl/48]

Burada Âyetin 4 kelimesinin birer işaretine değinelim.

1/ “Allah’ın halk etmesi” deyimi, hacim alıp yasal olarak devam eden ve gelen sonsuz ışığı kıran yani gölge yapan varlıklar demektir. “Hz. Muhammed’in gölgesi yoktu.” rivayetinin manası da bu çerçevede anlaşılır. Yani onun her davranışının arkasında ilahi bilinç ve kasıt açıkça görünüyordu. Ragıp El-İsfehani, bu rivayetin sahih olduğunu ve Müfredatta değil de, başka bir kitapta bunu açıklayacağını söylüyor.

Eğer hacim, şekil, devamlılık ve faydalanma boyutu yoksa başka bir tabir ile gölgelik olmuyorsa ona mahlûk denilemez. Bu manada İbn Arabî, 'Ruh' mahlûk değildir, demiştir. Evet, varlık, sonsuz ve şekilsiz bir enerji deryası + sonsuz bir yazılım ve bilinç + sonsuz gelişme ve yararlanılma döneminden ibarettir. İlk iki aşamaya mahlûk denilmiyor. Çünkü onların şekli yok. Ve çünkü sonsuzdurlar. Fakat Rububiyetin diyalektik sürecinde gelişmek ve mana üretmek için Allah, küçük dosyalar olarak o sonsuz kudretine ve bilincine bir form giydiriyor, yaratılma ve yararlanma gerçekleşiyor. Demek ex nihilo yoktur.

2/ Âyette geçen 'fey', gidip gelen gölge demektir. 'Zilal' ise daha çok 'sabit gölgeler' için kullanılır. Doğu manasına gelen 'yemin' [sağ taraf] tekil gelmiştir. Şekiller, şemailler, Kuzey ve Batı manasına gelen kelime ise 'şimal' değil de çoğul olarak 'şemail' gelmiştir.

3/ Eşyanın iki temel durumu vardır.

-Görünürdeki [şehadetteki] haller [phenomen]
-Metafizik, geçmiş ve gelecek ile ilgili görünmeyen gaybî halleri...

Kur’an’da 1. durum için, 'kunût, kıyam', boyun eğme, 'dâhirun' gibi kelimeler kullanılırken, 2. durum için genelde 'secde' kelimesi kullanılır. Ki Hz. Peygamberin, Ebu Zer’e  güneş batarken, “Nereye gittiğini biliyor musun?” diye sorup “Allah’a secde etmeye gitti.” diye cevap vermesi bu mana çerçevesindedir.

"Secde, kulun Rabbine en yakın olduğu durumdur." Yani insanın sonsuzluğu, maneviyatı, devamlılığı ve yazılımı anlaması ve yaşaması için en iyi ortam secdedir.

Bu iki hadis, temel kaynaklarda rivayet edilmiştir. Ve itiraz görmemişlerdir.

4/ Fizik ilminde bilindiği gibi parçacıklar tek bir noktadan doğarlar, sonra tek başlarına veya birleşerek birçok şekiller alırlar. Ve her şeklin bir gölge boyutu olur. İşte Nahl 48. âyetin, sağı [doğuyu] tekil ve diğer oluşumları 'şemail' diye çoğul olarak ifade etmesi başlı başına gaybî bir mucizedir.

Konumuzla alakalı 2. belge, Furkân 45–46 âyetleridir.

Rabbin zıtları birbirine çatıştırarak,
[somut maddeyi dolayısıyla] Gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? 
[Ben kesin olarak bilmiyorum, fakat büyük bir ihtimal ile denilebilir ki, dört farklı enerji alanının yoğunluğu, birleşmesi ve gelişme isteğiyle atomlar yaratılıyor. Uzay ve madde meydana geliyor ve geldikçe de gölgeler uzuyor.]
Eğer Rabbin dileseydi,
O gölgeyi durağan kılardı.
Fakat her şeye hareket vermiştir.
Ve güneşi gerek gölgenin ve gerek gölge eden cismin görünmesine delil [gösterici] kılmıştır.

[Evet, dışarıdan büyük ve güçlü bir ışık olmazsa ne eşya görünür, ne de onlardan istifade edilir. Fakat bazıları eşyanın sınırlı dar yapısında boğulup, güneşi görmedikleri gibi bazı sofiler de o kadar aşk ile güneşe kilitlenmişlerdir ki, eşyayı, hayatı görmez olmuşlardır. Demek madde ve nesneler, insanı sonsuz bir gücü ve sonsuz bir bilinci görmekten alıkoymamalı!]

46. Âyet:

Sonra biz
O gölgeyi bize doğru [metafiziğe] yavaşça çekeriz.
[Galiba varlıklar içinde en büyük bene sahip ve dolayısıyla en çok gölge eden 46 kromozomlu insanoğludur. Ki, onun koyu bir silüeti olan Ruhu ölümde metafizik âleme karışır. Âyetin numarası 46 olduğu gibi harfleri de 23 adettir.]

İhlâs suresinin beş nüktesi

Önce mealini okuyalım.

De ki [evrensel vahiy diliyle de ki]
Hüve [o varlık mutlak olarak] Allah’tır. [Soyut ve sonsuzdur.]
[fakat nokta tecellileri olarak] Ehadiyet cilvesiyle [monadlar gibi] somutlaşır görünür.
Sameddir [hiçbir şeye muhtaç değildir]
Doğurmamıştır.
Ve o doğmamıştır!
Hiçbir şey ona denk değildir!

a) 'Ehad' kelimesinin sayısal değerinin 13 etmesi, determine somut dünyayı, göreceli ve sınırlılıktan kaynaklanan şerri, Mekke döneminde ehadiyet cilvesi sonucu alınan vahiyleri gösterdiği gibi “Allah Ehaddır.” cümlesinin de 130 olması bu remze bir imadır. [Med ve tenvin ile beraber]

“Allah Sameddir.” yani sınırlı sonlu dünyada her şey zıddına muhtaçtır. Fakat Allah sonsuz olduğu için, soyut ve somut O’nun birer eli gibi durduğundan, o hiçbir şeye muhtaç değildir.

b) “O doğurmamıştır.” yani doğum, maddenin, maddi bir şeyi ortaya çıkarmasıdır. Allah’ın Kur’an’ı indirmesi, İsa’yı canlı bir vahiy yapması, kâinatı bir melek gibi yönetmesi, doğurganlık değildir. Belki tecelli ve yansımadır. O sonsuz varlık ve bilincin, her an, her gün yeni bir şe’n ve nitelikte olmasıdır. Bu cümlenin harflerinin sayısal değerlerinin toplamının 114 (19x6) etmesi de Kur’an’ın 19’lu yapısına ve 114 sureli oluşuna bakar.

c) “Ve o doğmamıştır...” Surenin Besmele ile beraber harfleri 66 adettir. Ki 'Allah' kelimesinin değeri ile eşittir. (66+66) 132 eder. Ki, Muhammed kelimesinin ebcedidir. Yani Allah isimlerinde, icraatlarında sonsuzluğu ifade ediyorsa da, Ehadiyet cilvesi olarak peygamberler, kitaplar, veliler olarak kendini temsil ettiriyor. Fakat o mutlak [Hüve] ve sonsuz olduğundan:

d) “Hiçbir kişilik ona denk değildir.”

“Qul Hüve” 141 ve 'Hüve' 11 etmesi, ima eder ki, Allah geçmiş ve gelecek olarak mutlak ve sonsuzdur. Aradaki maddi örnekler, sadece kulların yararlanmasına yani yaradılışa alt yapı ve araç olmaları içindir.

e) Surenin tümünün ebcedi değeri 1001 ediyor. İşaret ediyor ki, ara tecelliler, esma ve sıfatlar hem çokturlar hem de çeşitlidirler. Demek ancak bu ontolojik nükteler ile insan, kendisini şirkten ve ataletten kurtarabilir. Onun için bu sureye isim olarak İhlâs Suresi [yani kurtarıcı sure] denmiştir. Kur’an’ın bazı âyetlerinde ve bir takım edebi ifadelerde Allah için kullanılan, Melik [kral], Sultan, Şems-i Ezeli gibi tabirler tamamıyla mecazdırlar. Allah’ın sonsuz egemenliğini ifade için birer düşünce merceği olan kelimelerdir. Allah’ın maddiliğine ve varlığının sınırlılığına ters düşen düşünceler, Kur’an’ın sonsuzluk ifade eden tevhidî anlayışına zıt olduklarından, dinî bir kıymetleri yoktur. Zümer Suresinin 4. âyeti, gayet net bir şekilde bu hakikati izah ediyor:

Eğer Allah maddi evlat edinmek isteseydi,
Yarattıklarından bir varlığı seçerdi.
Fakat O’nun sonsuz varlığı böyle bir şeyden çok çok yücedir.
O mutlaktır.
Sonsuz ilahtır.
Bütün varlığı kuşatan Vahid [Bir'dir]
Ve kâinatta kendisine bağlı [abd] olan diğer bütün kişilikleri ve nesneleri bu birlik içinde birleştirmiştir.

Bu âyette görüldüğü gibi 'Kahhar' ismi, imha edici, lanet edici manasında değildir. Allah’ın, sonsuz gücüyle zorla dahi olsa kâinattaki bütün dosyaları bir birlik ve ahenk içinde tutmasıdır.

Şehadet (phenomen) Âlemi ve Belge

Buraya kadar ifade etiklerimiz ve anladıklarımız, makul ve gerçek olmakla beraber, bir derece gaybî ve metafizik kalıyor; onun için akıl, maddi ve somut dört köşeli bir delil istiyor. Şu kısa notlarda Kur’an’ın beyanının mucizeliğini gördüğümüz gibi bu şehadet âleminden olan belge konusunda da Kur’an, yine mucizeliğini gösteriyor. Şöyle ki: [En’am/19]

De ki:
Hangi varlık,
Hangi nesne [somut şahitlik ve kanıt olarak] daha büyüktür.
Sen de ki: Allah, [somut hayatımız itibariyle] benim ile sizin aranızda şahittir.
Ayrıca gayb aleminden şehadet alemine [bana] bu Kur’an bildirildi ki sizi ve ulaşan herkesi uyarayım.
Siz Allah ile beraber [onu sınırlandıracak] başka ilahların olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?
Sen de ki: Ben şahitlik etmeyeceğim.
Ve ben kesinlikle sizin eş koştuklarınızdan beriyim. [Onlardan kurtulacağım.]

Bu âyette bilginin kalitesine ve kaynağının sağlamlığına işaret eden 7 kelime var.. Şöyle ki:

'Qul' [de ki] kelimesi, vahiy bilgisinin yapısına ve sonsuz delillere dayandığına işarettir. Bu kelimenin bir tek âyette dört kere gelmesi de, bu vahiy bilgilerinin Kur’an olarak somut bir belgeye dönüştüğüne bakar.

'Şey', form ve bilgi almış nesne demektir. Der ki, her varlık ve her nesne, maddeten sınırlı ve küçük de olsa, taşıdığı form, yazılım ve bilinç itibariyle sonsuzluğu, birliği, düzenin egemenliğini gösterir. Kaldı ki; Allah’ın şahitliği ise sonsuzluğu ve bütün değerleri temsil ettiğinden ondan daha büyük bir şey, şahitlik ve belge olamaz. [Bu âyette "Allah hakkında şey denilir mi? Denilmez mi? " gibi bir tartışmanın bir anlamı yok.]

“Allah benimle sizin aranızda şahittir.” Evet, Allah bu konuda somut olarak da şahit olmuştur. Hz. Peygamberi, muvaffak etti, düşmanlarına üstün geldi. Bu 19. âyet ve bu cümlenin 19 harfi ve Kur’an’da milyar ihtimalleri aşan 19’lu tevafuklar da, Hz. Muhammed’in somut birer belgeleridirler.

'Kur’an', binler somut verisiyle bu konuda çok büyük bir şahit, belge ve delildir. “De ki, Ben şirke şahitlik etmeyeceğim.” İşte bu haber, aynen gerçekleşti. Mekke’de 8 sene bu konuda zora tabi tuttukları halde, bu vaad bozulmadı. Cümlenin harfleri de sekiz adettir.

“De ki: O tek bir ilahtır.” Bu cümle, mantık önermesi gibi somut bir belgedir. Yani eğer tanrı ve Allah varsa, sonsuzluk ve birlik O’nun en birinci zorunlu niteliğidir. 2x2 eğer gerçekse, bunun zorunlu boyutunun 4 olması gibi.

“Ve ben sizin eş koştuklarınızdan kurtulacağım.” Bu da bir ihbardır ve somut bir belge olarak gerçekleşmiştir. Yani on dokuz sene sonra, Hz. Muhammed Kâbe’yi putlardan temizlemiş oldu. Ki, Arapça cümlenin somut harfleri de 19 adettir.

Bir Hatırlatma

Kâinatta göreceli bir ben ve bilince sahip olan kişilikler ve nesneler, abd yani kul yani Allah’ın sonsuz sisteminin bir hizmetkârı olduklarından, tevhide, birliğe, sonsuzluğa yani ulûhiyete zıt olmazlar. Tam tersi, ulûhiyetin varlığı, bunları gerektiriyor. Nasıl ki, bunlar da bu muhtaç ve sınırlı benlikle o Sonsuz Ummanın varlığına görünür birer delil oluyorlar.

Bu sonsuz ulûhiyeti inkâr eden veya bencillik ile ondan ilişkisini kesen benler, ancak kendi benlikleri kadar varlıktan ve kemalattan istifade ederler. Onlar için bütün kâinat bir cehennem gibi olur. Fedakâr, iman ve ibadet ile entegre olmuş bir kul ise sonsuz bir sistem kadar istifade eder. Belki göreceli bir sistem olur. Varlık bütün boyutlarıyla onun için bir nimet cenneti haline girer. [Kur’an’da çok kullanılan abd ve ibadet kelimesi, sadece bağlılık manasına gelir. Esirlik manasına gelmez. Fakat bağlılığı bir esaret gibi değerlendiren veya sosyal entegrasyonu istibdada dönüştüren bazıları, bu kelimeyi mecrasından çıkardılar. Hâlbuki bu sevimli bağlılığa bazen hıllet (dostluk) ve muhabbet (sevgi) bağı da denilmiştir.]

Tarihi bir hatadan geri dönmek

Çok eski zamanlardan beri inanç ve varlık anlayışında iki cereyan hep devam edip gelmiştir. İrfanî ve batınî bilgi ile şeklî, zahirî inanç. Veya başka bir tabir ile Heterodoks bilgi ile Ortodoks inanç. Veya başka bir tabir ile Tasavvuf ve Kelam/Medrese akımları birbiriyle mücadele ederek bugüne gelmişlerdir. Sufiler hiçbir zaman Vacibul-Vücud, hudûs, imkân gibi kelam literatüründen haz almamışlardır. Kelamcılar, müderrisler ve fakîhler de, sufiler halkı saptırmasın, diye hurafevari, skolâstik, zahiri bir literatürü devletler eliyle millete dayatmışlardır. Bediüzzaman, dinsizliğin egemen olduğu ve kutsal değerlerin çiğnendiği bu çağda imanı kurtarmak endişesiyle önce Kur’an ağırlıklı bir kelam yolunu izledi; ömrünün sonlarına doğru ise Şualar adlı kitabında, tasavvufun varlık anlayışını yaşadığını ve hakkal-yakîn olarak tecrübe ettiğini ifade ediyor.

Ve üç yüz yıl önce Afrikalı bir Şâzeli, varlığı çok basit ve güzel bir şekilde şöyle açıklamıştır:

Vücud ve varlık umumi ve sonsuzdur.
Sadece ak ve kara desenlerde kendini gösteriyor.

Haliyle Allah’ın somutlaşmış esması olan ve mülk [tarla] ile ifade edilen bu sınırlı evren yaratıkları, Allah’ın o kutsal sonsuz varlığının yerini tutmasın, putçuluk gelişmesin, diye bazı kelamcılar, sufileri çokça kınamışlardır. Hâlbuki sufizmdeki bu tehlike ihtimaline karşı, kelamcıların anlattığı “Tanrı/Theo” anlayışı daha çok putperestlik [pagan] zihniyetinin oluşmasına elverişlidir. Ve bilim insanlarını dinsizliğe götürür. Türkçe'deki, 'var' kelimesinin etimolojik manası ise 'tarla' yani istifade edilen somut nesne demektir. Demek eğer Kur’an’ın sonsuzluk ve esma tarifi esas alınsa, tehlike hepten ortadan kalkar, irfan ve bilgi yolu açılır. O zaman sonradan var olma anlamındaki 'hudûs' ve olasılık içeren 'imkân' kavramları da müfredattan çıkar. Ki dinin asıl kitaplarında, literatüründe bu iki kavram ve onların dayandığı 'Vacibul-Vücud' kavramı yoktur.

Varlık sonsuz ve bir tanedir. Sonradan hiçbir şey var olmuyor. Ve bu varlık sonsuz tecelli imkânlarına sahiptir ve sonsuz olarak da tecelli ediyor. Dolayısıyla yoktan var etme 'icad', sadece form ve nesnelerin yazılımı için mecazen kullanılabilir. Hudus ve imkân kelimeleri de birer zihnî idman olmaktan öte bir şey ifade etmiyor. Bence her üç semavi din, yeni bir varlık ve Allah inancı literatürünü yazmalıdırlar. Ortaçağda dinsizleri susturmak için spekülasyonlarla gelişen ve vahiy metinlerine uymayan, varlığı bölen şirk ve ikilik kokan skolastik Ortaçağ Akaidini bırakmalıdırlar. Günün edebi, felsefi, bilimsel bilgileri ışığında semavi metinlerin mucizeliğini göstermelidirler.

Evet, bazı sufiler, şeyhleri, kutupları –sınırlı oldukları halde– sonsuz ulûhiyet ile karıştırmışlardır. Onları bir Süpermen gibi algılamışlardır. Bunlara mukabil İbn Arabî ve Mevlana sonsuzluğu ve varlığın bütünlüğünü çok güzel bir şekilde ifade edebilmişlerdir. Ve bundan dolayı da bazı Ortodoks Nakşîler, teist olduklarından “Mevlana ancak bize mürid olabilir.” diyebilmişlerdir. Bütün mesele, vahyin, yazılımın, logosun, kelamın mahiyetini iyi bilmemekten kaynaklanıyor. Zaten Selef-i Salihînin, Akaide, “Kelam İlmi” demesi de bu önemli noktaya dikkati çekmek içindir.

Hülasa sonsuzluk ve kuşatıcılık ve birliği ifade eden “Vahidiyet” kavramı ile Benleri ve küçük bağlı [abd] dosyaları ifade eden 'Ehadiyet' gerçeğini iyi dengelemek gerekiyor. Ki somut varlık odacıkları Allah’ın en büyük ismi olan 'el-Adl' ile gerçekleşiyorlar. Demek her şeyde denge gerekli olduğu gibi inanç ve epistemolojide de adalet ve denge gerekiyor. Eğer ekolojiyi, fiziği, sibernetiği, bilgiyi, dinin evrensel deyimlerini tam anlayabilirsek, cehalet ve şirk karanlıklarından kurtulup sonsuz nimet bahçelerinde, sonsuz bir aydınlıktan beslenebiliriz, Allah’ın razı olacağı bir kul (abd) oluruz.

Sözümüzü bir arifin şu beyti ile bitirelim:

Gir meslek-i uşşaka,  gör hikmet ü feyzi
İrfan u hüda akl-ı Aristo ile olmaz..

Evet, Aristo bilimde ve inançta Muallim-i Evvel sayılır. Onun bilgilerinden insanlık çok istifade etmesine rağmen, bugünkü kilitlenmenin ve hurafeciliğin en birinci sebebi yine O'dur. Zaten Hıristiyanlık ve İslam dinleri, mucizevî vahiy metinlerini bırakıp Aristo felsefesine dayalı Akaid ve Kelam kitaplarını yazmalarından sonra, dinin mucizeliği kayboldu. Çünkü:

Aristo’nun kendisi Allah’ı bir ilk sebep olarak algılıyor, kâinatı ve varlıkları Allah’ın o sonsuz bilinç ve inayetinden, ilgisinden müstakil, kendi kendine etkin ve yetkin bir Tanrıyı anlatıyordu. Dolayısıyla ciddi İslam âlimleri tarafından müşrik kabul edildi. Bugünkü deyim ile ifade edersek Aristo gibilere Deist denilir. Yani Allah var, fakat vahiy göndermek, ölüleri canlandırmak gibi kâinat işleri ile ilgilenmez. Ki Kur’an böyle insanlara müşrik diyor. Ahirete ve vahye inanan Ehl-i Kitaba ise asla müşrik demiyor. Sadece bazı yanlış bilgilerini düzeltiyor. İşte Ahmet Remzi Efendi'nin yukarıdaki şiiri, Aristo’nun bu halini ifade eder ki; bin yıla yakın bir süredir, medreselerimizde Aristo’nun mantığı ve felsefesi okutuluyor. Ümmetin, toplumun bu meseleyi önemsemesi gerek…
BAHAEDDİN SAĞLAM

1 yorum:

Adsız dedi ki...

merhaba, görüşlerinizden etkilendim. ben agnostikim ve sizden bir kaç konuda görüş istiyorum.
kuran-ı kerimdeki cihad ve savaşa çağrı ayetleri.
Kuran-ı kerimdeki şeytanı anlatan ayetler. (bunlar bana çok saçma geliyor. Allah kendi yarattığı şeytana uyup niçin insanlığı cehenneme doldurmak istiyor?)
Allah yaratılış ve evrim teorisi bağdaşabilir mi?
Allahı saf sevgi olarak nitelemek istiyorum fakat tuzak kuran, kalpleri mühürleyen, lanet okuyan bir Allah nasıl oluyor?
Dünyada aynı saniyede ölen insanlar varken azrail nasıl hepsine yetişiyor?
Kadınların erkeklerden 1 basamak aşağıda olduğu, miras hakkında, cinsel yaşamda, insan hakları mertebesinde ayetlerde yazıyor siz ne dersiniz.
Şeri kanunların artık zamanın geçtiğini düşünüyorum, anayasal kanunların olduğu yerlerde şeri hükümler uygulanmasa ne olur?
islamda ruh olgunluğu kavramı var mı, reenkarnasyon var mı?
Ben cennete cehenneme inanmıyorum, ruh yolcuğuna inanıyorum sizce tasvir edilen korkunç cehennem insanları doğru yola sokmak için mi? garip bulduğum cennet tasvirleri günümüzde zengin insanların villalarında zaten var.

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind