KÜRTLERİN HİKÂYESİ VE AÇILIM


Kürtçü aydınların, ulusalcı kemalist aydınlardan, söylem bakımından, özellikle tarih yazıcılığı bağlamında çok da farkı yoktur. 

PKK, Kürtleri sekülerleştiriyor. Özellikle kadınlar üzerinden çok ciddi bir etki oluşturuyor. Kadınların sekülarizasyonunda, modern ilişki biçimleri, kavramların trajikomik biçimde insanlara yapıştırılmasında, toplumun dini duyarlılıklarını, terbiye ve adabını terk etmesinde hatta ateist Kürt kavramının oluşumunda, PKK'nın çok önemli etkisi oldu. 

Klasik Kürtçe metinlerde, Kürtlerle ilgili Kürtlükle ilgili herşeyi bulabiliriz ama bugünkü modern anlamda ulusalcı bir nüve, söylem bulmak mümkün değildir. Ne Mem o Zîn’de bulunabilir ne de Ahmedi Hani’nin Nubara Biçukan, Akîda İmané gibi diğer eserlerinde...
Kürtler-1873

Salt seküler demokratik çözümler sadece ayrışmayı getirir, çatışmayı doğurur. Çünkü sadece farklılıklara ve bireysel özgürlüklere vurgu yapılıyor. Bu çok önemli, ancak ortak yaşama kültürü üretmiyor ve sosyolojik olarak üretemez. İnsanlar, "biz birbirimizin seküler demokratik kardeşleriyiz, Kürt, Türk, Çerkez, vatandaşlık bağı, hepimizin ortak paydası" demez ama nihayetinde çatışsalar bile, "biz birbirimizin kardeşiyiz, din bunu emrediyor, bu temelde barışalım" diyebilme imkânları vardır. Din böyle bir zemin oluşturuyor. Seküler demokrasi, bireysel özgürlükleri geliştiriyor, birey farklılıklarını vurguluyor, bireyi ön plana çıkarmada etkili oluyor. Ama ortak yaşama kültürü, ortak medeniyet üretmiyor, böyle bir yapısı yok. Ortak medeniyet ve ortak yaşama kültürü derken elbette kesinlikle, asimilasyon ve tek tipleştirmeyi kastetmiyorum. Bunları birbirinden kesinlikle ayırmamız lazım.

Çoğu artık çok bireysel ve oldukça pragmatist İslamcı aydınların bu sıkıntıyı görebilmesi gereklidir. Göremiyorlar. Bu arada, İslamcı aydınların, toplumsal barış çok da umurunda mı, onu da bilmiyorum. Açıkça söylüyorum: Bundan emin değilim…


Osmanlı Devleti bir imparatorluktu. Birçok kavim ve toplulukları içine alan ve "ulus" anlayışına dayanmayan bir imparatorluktu. Fakat 19. yüzyılda Batılılaşmanın dayatması, Fransız İhtilalinin etkileri, İhtilal sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik akımının Osmanlı toplumundaki gayrimüslimlerden başlayarak etki alanı oluşturması ve Osmanlının zayıf düşmesi ve bunun sonucunda Batılı devletlere muhtaç hale gelmesi süreci yaşandı. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasından itibaren Osmanlı Devleti kendi başına ayakta durabilme şansını yitirmeye başladı. Bundan sonra Batılı devletlerden birisiyle diğerlerine karşı ittifak yaparak ayakta durmaya çalıştı. Bundan sonra Osmanlı devletinde Batılı sistemin etkileri görülmeye başladı. Zorunlu ittifaklar ardından dayatmaları getirdi. Önce askeri alanda bazı reformlar yapılmıştı. II. Mahmut döneminde siyasi ve idari alanda reformlar yapıldı. Yeniçerilik kaldırıldı. Daha sonra II. Mahmut’un hemen ardından Abdülmecit döneminde Tanzimat ve Islahat Fermanlarının ilanı Batılı devletlerin bu şekilde dayatmaları sonucu ortaya çıkan hadiselerdi.

Batılı normlar alınmaya, devşirilmeye başlandı. Batıdaki hukuki ve idari normlar alınıp adapte edilmeye çalışıldı. Bu durum, Osmanlının ulusal bir devlete evrilmesine doğru ilk adımların atılmasını sağladı. İlkin, Tanzimatın ardından daha merkeziyetçi bir yapı benimsendi. Bu doğrultuda Kürdistan’da var olan beylik ve mirlik sistemine son verildi. O döneme kadar o bölgede beyler ve mirler Osmanlı adına yöneticilerdir. Bu beyler ve mirler Osmanlıdan önce de vardı. Sadece aşiret ağalığı şeklinde değil, bir bölgenin bir beyi vardı ve o bölgeyi kontrol ediyordu. Nasıl ki, Anadolu Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Menteşeoğulları, Candaroğulları gibi Anadolu Beylikleri kuruldu, Kürdistan’da da bu tip beylikler vardı.

Batıda ise merkezi yönetim daha güçlüydü. Tımar sisteminde babadan oğla geçme Kürdistan’daki kadar yaygın değildi. O bölgede farklı olarak hanedan sistemi ortaya çıktı. Doğuda zaten aşiret yapısı vardı. Bu fark bu yapıyı korudu. Yani önceki var olan yapı Osmanlı tarafından da ciddi bir şekilde korundu. Kürdistan’daki yapıdan İslam tarihi içerisinde sadece iki büyük hanedan çıktı. Biri Mervani diğeri Eyyubi hanedanıdır. Bu iki hanedan bölgede çok daha büyük alanda egemen olmuşlardı. Fakat birkaç yüzyıl geçince bunların parçalanması sonucunda, aynı Anadolu Selçuklu Devletinin parçalanmasından sonra oluşan Anadolu beylikleri gibi bölgede irili ufaklı beylikler oluştu.

Selahaddin ve Guy de Lusignan (Hattin savaşı sonrası)
Selahaddin'in tuzağına düşen Guy de Lusignan, 4 Temmuz 1187'de Hattin denilen iki tepenin arasında büyük bir bozguna uğrar. Neredeyse Kudüsün ordusu tamamıyla yok edilmiştir. Selahaddin kralın hayatını bağışlar fakat Tapınak Şövalyelerinden bağlı 200 şövalyenin idamını emreder. Hattin savaşının ardından yeni zaferler peşinde koşan Selahaddin kıyı boyunca ilerleyerek Akka'yı ele geçirir. İbelinli Balian komutasındaki bir orduyla korunan Kudüs, 2 Ekim 1187'de Salahaddine teslim olur. Balian Kudüs'ü yağmalama tehdidiyle Selahaddin'den halkın güvenli şekilde Hristiyan adalarına gitmesini ister ve Salahaddin bu anlaşmayı kabul eder. 3. Haçlı seferinin amacı Kudüs Latin Krallığını kurtarmaktı ama bu sefer de işe yaramadı. Richard, Selahaddin'le kırılgan bir anlaşma imzalayarak ülkesine geri döndü.

Bu yapı Osmanlı tarafından da korundu ve Tanzimata kadar devam etti. Tanzimat’tan sonra peyderpey beylerin statüsüne son verilmeye başlandı. Zaman zaman Batılı devletlerin direkt müdahalesi de oldu. Örneğin o sırada Cizre mütesellimi olan Bedirhan Beyin Hristiyan Asurî-Nasturilere yönelik Hakkâri Beyi Nurullah ile birlikte bir harekâta girişmesi sonucunda Hristiyan nüfustan epey telefat oldu. Bunun üzerine Batlı devletlerden Rusya, İngiltere ve Fransa devreye girerek Bedirhan Beyin o bölgeden kesinlikle çıkarılması konusunda Osmanlıya memorandum verdiler. Osmanlı da bu konuda mecbur kalarak Bedirhan Beyi oradan Girit adasına sürdü. Ama sürgünün ardından kendisine Girit’te paşalık unvanı verdi. Böylece Bedirhan Bey, Bedirhan Paşa oldu. Hatta Girit’teki bir Rum isyanı sırasında gösterdiği yararlıktan dolayı nişan da verildi.

Osmanlı döneminde hatta PKK’ya kadar asla ulusalcı-etnik vs. anlamda bilinçli bir içeriğe sahip hareketlerden söz edilemez. Sadece zaman zaman Osmanlı’nın statülerine son vermelerinden dolayı direnenler vardı. Mesela Revandızlı Mehmet Bey kendi bölgesinden alındığı için belli bir direnç gösteriyordu. Ana sorun bu bölgede statünün bozulmasıdır. Osmanlı tarafından asırlarca dönem korunan statünün batılı devletlerin, düvel-i muazzamanın etki ve dayatmalarıyla bozulması rahatsızlıklar getiriyordu.

Bu beylikler sistemi kaldırıldıktan sonra beylerin önemli bir kısmı Batı bölgelerine sürgün edildiler. Bunların hapsedilmediği, sürgün edildiği vurgulanmalıdır. Sürgün edildikleri bölgede ikamete mecbur ediliyorlar ve fakat paşalık vs. unvanları veriliyordu. Hatta bunların çocukları arasında Osmanlı bürokrasisinde yer alan bir hayli kimse vardı. Böyle olunca o bölgede otorite boşluğu doğdu. Bu sebeple merkezden atanan valilerle bir Kürdistan valiliği oluşturuldu. Çünkü ondan önce Kürdistan’da, Diyarbakır Beylerbeyliği ve Van Beylerbeyliği olmak üzere iki beylerbeylik vardı. Diyarbakır’a yakın olan beyler Diyarbakır Beylerbeyliğine, Van çevresindekiler de Van Beylerbeyliğine bağlıydı. Osmanlının atadığı bu beylerbeyleri ya Arnavut ya da Boşnak olurdu. Bu sistem sona erince otorite boşluğu doğdu, merkezden vali ve kaymakamlar atanmaya başlandı. Bunlar o bölgede otoriteyi dolduramadı.

NAKŞİBENDÎ ARİSTOKRASİSİ

Tam o sırada Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Hindistan’dan Nakşibendîliği bölgeye getirmesi üzerine Nakşibendîliğin Halidiye kolu bölgede yükselişe geçti. Mevlana Halid-i Bağdadi kendisi de Kürttür. Kürtlerin Caf aşiretinin Mikailan koluna mensup Ahmed Ağanın oğluydu. Mevlâna Hâlid’e Bağdâdî denmesi, dergahını bazı yöneticilerin olumsuz tutumları yüzünden, Süleymaniye’den Bağdat’a taşımasından dolayı olmuştur. Asıl olarak Süleymaniye’nin Köysancak kazasındandır. Aynı zamanda ulemadan olup çok güçlü bir ulema geleneğinden gelmesi, yani güçlü bir medrese tahsili görmesi ve Nakşibendîliği Hindistan’dan getirmesi sonucunda Nakşibendîlik büyük bir patlama yaptı. Mevlana Halidi’nin halifeleri Kürdistan’ın her tarafına yayıldı. Bu halifeler sadece o bölgede yayılmadı. Konya’da, İzmir’de, İstanbul’da da vardı. İstanbul’da Abdülfettah El-Akrî, ki kabri Üsküdar’dadır, İzmir’de Şeyh Ahmed Eğribozî, Konya-Seydişehir’de Mehmed Kudsî Bozkırî başlıca halifeleriydi. Zaman içerisinde Osmanlı coğrafyasının çok yerinde Nakşibendî-Halidi halifeleri oldu. Ama çok daha yoğun bir şekilde Kürdistan’daydı. 120 civarında halifesi vardı. Bunların her biri bölgede etkinlik kurmaya başladı. Yeni bir aristokrasi oluştu. Yeni bir Kürt hanedanlar sistemi oluştu. Bu hanedanları Nakşibendî şeyhleri oluşturdu. Zamanla Nakşibendî şeyh aileleri o bölgenin etkin aileleri haline gelmeye başladı. Bölgede eski bey ve mir aristokrasisinin yerini Nakşibendî aristokrasisi aldı ve tabiatıyla siyasi-politik bir güç haline de geldiler.

Şeyh Ubeydullah

Şeyh Ubeydullah’ın babası Seyyid Taha En-Nehrî hem ulemadan hem de Abdukadir Geylani soyundan gelen önemli bir ailedendir. Bunlara Gilânizadeler deniyor. Amcası Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha’nın kendisi, her ikisi de Mevlana Hâlid’in halifeleriydi. Seyyid Taha özellikle bugünkü adı Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinin Bağlar köyü olan Nehri köyüne yerleştikten sonra orada büyük bir Nakşî halifeliği kurulmuş oldu. Seyyid Taha Mevlâna Hâlid’in Kürdistan’daki en önemli halifesiydi. [Vefatı:1269/1853- Amcasının türbesi ile kendisinin kabri Nehri köyündedir.] Onun da her taraftan halifeleri oluşmaya başladı. Bunların başında Kâmran İnan’ın büyük dedesi Seyyid Sibgatullah El-Arvâsî gelirdi. Yanısıra, Seyyid Sibgatullah’ın Amcaoğlu Seyyid Fehim El-Arvâsî, Şeyh Muhammed Küfrevî ve Şeyh Taha El-Herîrî Kürdistan’daki diğer önemli halifeleriydi Mevlâna Hâlid’in bölgedeki diğer önemli halifeleri ise Şeyh Yahya El-Mizûrî, Şeyh Osman Siraceddin Et-Tavîlî [O da Halepçe bölgesinden olup, Mevlana Halid’in ilk halifesi idi. Hicri 1283’te vefat etmiş olup, türbesi Halepçe’nin Biyâre köyündedir. O aileden de çok büyük şeyhler çıkmıştır ve çok etkin olmuşlardır. Ta ki son döneme kadar. Torunlarından yine aynı adı taşıyan Şeyh Osman Siracuddîn 30 Ocak 1997’de İstanbul’da vefat etmiş olup, türbesi Beylikdüzü-Çakmaklıköy’dedir.] Şeyh Hâlid El-Cezerî, Şeyh Ali Es-Sebti [Şeyh Said’in dedesi] gibi kimselerdi.

Bir Nakşibendî şeyhinin on – on beş bin ve hatta yirmi bine varacak şekilde silahlı milis toplayabilmesi söz konusuydu. Orada öyle bir yapı vardı zaten. Beyler ve aşiretlerin hepsi tabii olarak silahlıydı. Bu beylerin, aşiret reislerinin yerini Nakşîler aldı. Bir Nakşî şeyhi hem ulema geleneğinden geliyordu, yani medreseliydi. Medrese tahsili görmesinin yanında tekke terbiyesi de alıyordu. Nakşibendî şeyhleri tekke ve medreseyi kendilerinde birleştirdi. Nakşibendîlik bu her iki kurumu Kürdistan’da birleştirdi. Bir de o bölgede beylik, mirlik sisteminin kaldırılmasının ardından oluşan otorite boşluğunu onlar doldurdu. Çünkü halk o ailelere saygı gösteriyordu. Bir Nakşibendî şeyhinin ailesi, çocukları, torunları o halkın nezdinde kutsal nesil olarak algılanarak büyük bir saygınlık kazandılar. Bu da siyasi gücü, otoriteyi getirdi. Böylece Nakşibendî aileleri hanedanlar haline geldi. Ve yeni aristokrasiyi oluşturdular. Barzani ailesi gibi. Bunlar da Nakşibendî -Kadiri ailesiydiler ve hanedan haline gelip, politik güç kazanmışlardı. Aynı aileden Mesut Barzani bugün Irak Kürdistanındaki özerk bölgenin başkanı oldu. Böyle bir süreç söz konusudur. Nakşibendî şeyhleri aynı zamanda politik güce de sahiptiler. Tekkede bir yandan hatm-i hacegân yapıp, zikir halkaları kurarlarken, diğer taraftan medresede ders veriyorlardı. Tekke ve medrese birlikteliği çok büyük bir güç kazandırdı. Ve Kürdistan’ın her tarafına Nakşibendî şeyhleri egemen oldu.

Tarikatlar, Kürtlerin İslami karakterini daha da artırdı, koyulaştırdı. Çünkü Mevlana Halid-i Bağdadi’den önce [Vefatı: 1242/1827] bölgede Kadirilik yaygındı. Kadirilik yine Berzenciler, Gilanizadeler gibi belli ailelerin elindeydi, inhisarındaydı ve kırsalda o kadar etkin değillerdi. Daha çok kasabalarda etkindiler. Medreseler ise büyük oranda mîrlerin, beylerin kontrolündeydi. Bedirhan Bey’in, Cizre’de maişetini kendisinin karşıladığı 150 talebenin bulunduğu medresesi vardı. Kürt beylerinin, mîrlerinin bu anlamda medreseler ve tekkeler üzerinde bir kontrolü söz konusuydu. Hiyerarşide beyler, mîrler en üstteydi. Bu beyler içinde de medresede okuyup mektuplarını çok rahat Arapça yazabilecek beyler vardı. Hatta Arapça, Farsça kitaplar kaleme alanları vardır. Şerefhanlar ve Şirvan beyleri medreseli beylerin önemli örnekleriydi. Bitlis beyi ünlü Şerefhan, Şerefnâme adlı iki ciltlik tarih kitabını Farsça kaleme almıştı. Şirvan beyleri Mehmed ve Mehmed Said Beyler İstanbul’a, Sultana mektup ve arîzalarını Arapça yazıp gönderiyorlardı. Hatta bu arîza-mektuplar, padişaha sunulurken, Türkçe tercümesi ile birlikte sunulmuştur. [Şahsi arşivimde kopyaları mevcuttur. Yanı sıra, Şirvân beyi Salih Bin Hanbudak’ın Arapça olarak kaleme aldığı, Şirvan beyleri ve bölgesi tarihini içeren "Kitâbu Tevârihi’l-Ensâb" adlı bir yazma eseri de yine şahsi arşivimdedir.]

Nakşibendîlikte ilmi gelenek ve tasavvufi gelenek bütünleşmişti. Hemen hemen bütün Nakşibendî şeyhleri medrese tahsilinden geçmiş insanlardı. Bir kısmı çok tanınmış ulemadandı. Mevlana Halid başta olmak üzere Yahya El-Mizûrî, Seyyid Taha En-Nehrî, Halid el- Cezeri, Şeyh Osman Siracuddin, Abdülfettah el Akri gibi tanınmış ulemadan çok önemli halifeleri vardı. Hatta meşhur Hanefi fakihi İbni Abidin Mevlâna Hâlid’in hem müridi hem de ilim icâzeti Mevlana Halid’tendir. Bu şekilde Nakşibendîler, tekkede sufileri oluşturdukları gibi aynı zamanda medreseli-ilmiye tabakasını da oluşturdular. Hem ilmi hem siyasi hem manevi önderler oldular. Böyle olunca toplum müridler topluluğu haline geldi. Müridler çok farklı aşiretlerden olabiliyordu. Bir Nakşibendî şeyhinin çok farklı aşiretlerden müridleri olabiliyordu. Dolayısıyla aşiretler üstü bir yapı söz konusuydu. Salt aşiret bağına bağlı sistemini Nakşibendîlik bu şekilde çözmüş oldu. Bu, aşiret sistemini çözen bir araç oldu.

NAKŞİBENDÎ HANEDANLIĞI

Ancak Nakşibendî şeyhlerinin kendileri de hanedan haline geldiler. Nehri seyyidleri, Arvâsîler, Tavîla-Biyare şeyhleri, Norşin şeyhleri, Haznevîler, Basret Şeyhleri, Ankâf Şeyhleri, Ohin-Werkanıs Şeyhleri, Firsaf Şeyhleri, Barzan şeyhleri, Havil Şeyhleri, Aktepe şeyhleri gibi Nakşibendî hanedan aileleri oluştu. Bunlar politik güç de kazandılar. Seyyid Taha ve oğlu Şeyh Ubeydullah’ın tarikattan kaynaklanan şeyhlik gücü İran Kürt bölgesini de kapsıyordu. Bu sebeple onların İran hükümetiyle inişli çıkışlı ilişkileri oldu. İran Şahı Muhammed Şah, Seyyid Taha’ya belli hediyeler gönderdi. Bunların arasında birkaç köyün gelirinin bağışlanması da vardı. Bazı köylerin emlak gelirleri de Seyyid Taha’nın vakfına, tekkesine bağışlandı. Bu ciddi bir ilişki doğurdu. Daha sonra gelen Nâsıruddîn Şah bunları geri aldığı gibi, bunların o köylerdeki müritlerine ağır baskı uygulamaya başladı. Bu baskı neticesinde çatışmalar meydana geldi. İran’da Şah’ın askerleriyle Şeyh Ubeydullah’ın müritleri arasında çok büyük bir çatışma oldu. Ve Şeyh Ubeydullah İran’a karşı cihat ilan etti ve Kürdistan bölgesinde babasının halifelerinden askeri yardım istedi. Bölgenin her tarafından müritler silahlı olarak harekete katılmaya başladı. Kendilerine bağlılık gösteren ve kendilerini büyük kabul eden, manevi önder kabul eden Haydaranlı Aşireti gibi bazı aşiretlerin reisleri de aşiretleriyle birlikte bu savaşa iştirak ettiler. Norşin Şeyhi Şeyh Abdurrahman Et-Tâhî ise, müritlerini bu konuda bu savaşa katılmaları konusunda yönlendirdi. Hatta bu konuda Şeyh Ubeydullah’a destek verilmesi konusunda mektubâtında iki mektubu bulunuyor. Şeyh Ubeydullah hareketi İran’a karşı büyük bir ayaklanmaya dönüştü. Bu, neredeyse Tebriz’ e yakın bir yere kadar Şeyh Ubeydullah’ın askerleri, yani silahlı dervişler ordusu, ilerleyince İran’la Osmanlı arasında büyük bir krize sebebiyet verdi.

Bu durumda Rusya ve Fransa da devreye girerek Osmanlı’nın bu işi çözmesini istediler. Şeyh Ubeydullah’ı bertaraf etmesini talep ettiler. Önce Şeyh Ubeydullah İstanbul’a getirildi, tekrar memleketine geri döndü. Fakat İran’la olan çatışmalar durmayınca Şeyh Ubeydullah yakalanarak Mekke-i Mükerreme’ye sürgüne gönderildi. 1883’te Mekke de, Haremi Şerif’te namaz kılarken secde üzerinde vefat etti. Şeyh Ubeydullah Hadisesi bundan ibârettir. Hatta Şeyh Ubeydullah’ın Mekke’ye gönderilirken yazdığı sitem dolu Farsça bir şiiri vardır. Şiirde sitemlerine rağmen, son mısra’ında Sultan II. Abdülhamîd’e devletinin ve kendisinin ömrü uzun olsun diye dua ediyor.

Bedirhan veya Ubeydullah Hareketi, kesinlikle Kürt milliyetçilerinin ve Kürtçü aydınların, Kürt mücadele tarihini yazarken yapmaya çalıştıkları gibi Osmanlıya karşı etnik, ulusal bir hareket olarak algılanamaz. Asla bu türden hareketler vuku bulmadı. O bölgede, bölge yapısına müdahale edilerek beylik sisteminin, mirlik sisteminin, ortadan kaldırılması, bu hareketlerin oluşumunda önemli bir etken olarak ortaya çıktı. Revandız Beyi Mehmet Bey hadisesinde ya da Şirvan Beyi İzzeddîn Şir hadisesinde olduğu gibi, bu durumun belirli problemlere ve rahatsızlıklara yol açtığı doğrudur. Ancak bunlar lokal asayiş hareketleriydi. Ortada ulusalcı bir hareket yoktu. Kürt toplumunda henüz böyle bir bilinç de yoktu. Geniş çaplı ayaklanmalar söz konusu değildi. Bedirhan Paşa hadisesi, esasen Nasturilere ve Süryanilere karşı gelişmiştir. Özellikle Mar Shamoun’un bulunduğu Hakkâri deki Asûrî-Nasturilere, Hristiyanlara karşı giriştiği o hareket sonucunda Bedirhan Beyin Nurullah Beyle birlikte karşı cezalandırılması istendi. Bin Mervan’ın kurucusu olduğu devletler idamını istedi ve fakat Osmanlı bu cezalandırmayı sürgün şeklinde gerçekleştirmekle yetindi.

SELÇUKLULAR ve KÜRTLER

Bölgedeki dinî yapı Abbasilerden beri süregelmektedir. Abbasileri, sosyal/siyasi tarih açısından üç döneme ayırmalıyız.

Birinci dönem: Başlangıçtan Harun Er-Reşid’e kadar geçen dönem.

İkinci dönem: Halife Me’mun’la birlikte başlayan Mutezile dönemi.

Üçüncüsü ise Halife El-Mütevekkil Biemrillah ile başlayan Sünni-Şafiî dönemidir. Tam da bu üçüncü dönemde Kürtler arasında Ahmed bin Mervan’ın kurucusu olduğu Mervanî Hanedanı yükselişe geçti. Mervanî Hanedanı da Abbasilerle birlikte hareket ettiği için, Sünnî-Şafiî bir karaktere büründü. Dolayısıyla bu durum Abbasi hilâfet geleneğine bağlılık şeklinde tezahür etti. Mesela, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Fâtımî devleti yanlısı Şiî-Büveyhi tasallutu [Büveyhilerin komutanı Arslan El-Besâsîrî] altında olan, Bağdat’taki Abbasi halifesini kurtarmak için bir orduyla Bağdat’a girdi. Tuğrul Bey’in askerleri Kürtlerden oluşuyordu. Tuğrul Bey’in askerlerinin Mervaniler tarafından verilen Kürt askerlerinden oluşmasının nedeni Abbasi hilafetine bağlılıktan gelen bir birlikteliktir. Selçuklularla Kürtler arasındaki birliktelik o zaman başlamıştır. Bu birlikteliğin sebebi Abbasi Halifesine, Abbasilere olan bağlılıktır. Kürtler arasında Abbasi hilâfet geleneği, Abbasilere bağlılık son derece önemlidir. Çünkü hilâfet, halifelik Abbasilerdeydi. Belirleyici olan temel parametre budur. Malazgirt Savaşı’nda da o dönemdeki Mervani Emiri Nizameddin’in Alparslan’a on bin civarında asker vermesi gene aynı bağdan ileri gelmektedir. Abbasî hilâfet geleneğine olan bağlılık oradaki dini yapıyı belirleyen ana faktör oldu.

Bu süreçte, bu dînî yapıda Mısır’dan sonra Şafiliğin en önemli merkezi, Kürdistan’dı. Bugün bile Mısır’dan sonra hala Şafiî mezhebinin en önemli merkezi Kürdistan’dır. Sonrasında ise bu Abbasi hilâfet geleneğini kim devam ettirirse ona bağlı kalındı. Selahaddin Eyyubî, Mısır’da Fatimi Devleti’ni ortadan kaldırdı. Fatımî devleti, Abbasi Halifesi’ne rakip olan Şiî-İsmailî devletti. Bu devleti ortadan kaldırdıktan sonra, kendi nâmına değil, Abbasî Halifesi adına hutbe okutmuştur.

Kudüs, efsanevî hükümdâr Selahaddin'in, 1187 Hattin zaferi sonrası
Haçlılardan, Eyyubilere geçiyor.
Bu bağlılık o kadar ileri gitti ki o bölgede birçok aile soy olarak kendilerini Abbasilere dayandırır. Bunun en önemli örneği Hakkâri beyleridir. Bu hanedanın son beyi, Bedirhan Bey olayında Rodos’a sürgün edilen Nurullah Bey’dir. Hakkâri beyleri, soy olarak kendilerini Abbasilere dayandırırlar. Hatta Şerefnâme kitabında da bu şekilde ifade edilir. Moğol işgalinden sonra Hülagu Bağdat’taki halifeliği ortadan kaldırınca, Bağdat’taki Abbasi hâkimiyeti sona erdi. Bunlardan Moğol kılıcından kurtulanlar Mısır’a kaçtılar. Mısır’da Memlukluların idaresinde, gölgesinde Abbasî halifeliği, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedip Osmanlı topraklarına katmasına değin devam etti. Hatta Mısır’da Abbasi soyundan gelen halifelerle Hakkâri beyleri arasında bu akrabalıktan kaynaklanan ilişkiler devam etti. Ve gene aynı şekilde Kürt beylerinden Bitlisli Şerefhan Bey yani Şerefhanlar da kendilerini soyca Abbasilere dayandırıyordu. Bugün hala Kürdistan’da kendilerini soy olarak, Abbasilere dayandıran birçok aile mevcuttur. Bu Abbasî hilâfet geleneğine bağlılığın sürmesinin en önemli bilinçdışı göstergesidir.

OSMANLIYA BAĞLILIK

Osmanlı, Abbasilerden bu halifeliği devralınca, yani Memlukluları ortadan kaldırıp hilafeti de kendi üzerine alınca; hilafet geleneğini Osmanlı devam ettirdiği için Kürtler, yükselen Safevî devletine karşı Osmanlıya bağlandı. Ve bu bağlılık 1924’e kadar sürdü. Yani Ankara hükümetince hilâfetin kaldırılışına kadar sürdü. Zaman zaman devletin ciddi yanlış politikalarına, Tanzimattan sonra Batı’nın, Batılılaşmanın dayatması ve etkisiyle ulusalcılığa doğru evrilmeye yüz tutan süreçte yapılan bütün hatalara rağmen, İttihat-Terakkî döneminde başlayan siyasi idamlara rağmen Kürtlerde 1924’e kadar tam bir ciddi ayaklanma ve kopuş söz konusu olmadı.

Kürtlerin Osmanlıya bağlılığı İdris-i Bitlisi üzerinden olmuştur. İdris-i Bitlisi, Kürtler arasından çıkmış bir âlim ve devlet adamıdır. [bkz.İdris-i Bitlisi, DİVANPOST, TARİH kategorisi-editör] Osmanlılardan önce de Akkoyunluların sarayında yüksek görev almıştır. Akkoyunlu Yakup Bey zamanında, hükümdarın mühürdarıdır.

O dönemde Kürt Beylikleri önemli oranda Akkoyunlulara bağlanmıştı. Osmanlıya, Yavuz dönemine gelindiğinde ise Akkoyunlu Devleti yıkılmış Safeviler onların yerine oturmuştu. Safevî Şah İsmail’in, Tebriz’e girip Akkoyunlu Devleti’ni sona erdirip, kendi istiklâliyetini ilan edip Safevî Devleti’ni kurmasıyla o bölgeye, Kürdistan’a tasallutu başladı. Ve Şah İsmail’in askerleri 1502’ye gelindiğinde Tokat’a kadar ilerlemişti. Tokat’ın Turhal ilçesi Osmanlı ile Safevilerin sınırını oluşturuyordu. Turhal ilçesi bir vadi olup vadinin bir tarafını Safeviler, diğer, tarafını Osmanlılar kontrol ediyordu.

Şah İsmail, Kürt bölgelerini, Kürdistan’ı tamamen işgal ettirmişti. Kürt beylerinin biri hariç tamamını hapse attırdı. Ona itaat eden Erdelân beyi Halid Bey’in haricindeki yirmi dört Kürt beyini hapse attırmıştı. Ve o bölgeleri tamamen onların ellerinden aldırıp kendi valilerini atamıştı. Diyarbekir’e Ustacluoğlu Mehmed Bey, Mardin’e Kardeşleri Karahan ve Süleyman beyler tayin edilmişti. Zaten bundan dolayı bir bakıma Kürdistan diye bir şey kalmamıştı.

İdris-i Bitlisi, Akkoyunlular da yıkıldıktan sonra Yavuz’dan önce II. Bayezid döneminde İstanbul’ a gelmişti. Yavuz’u Çaldıran seferine teşvik eden de o’ydu. Çaldıran seferi sırasında Kürt Beyleri’ne bağlı aşiretler Safevilere değil Osmanlı’ya yardım ettiler. Özellikle Çaldıran Savaşı’ndan sonra, Çaldıran Savaşı kadar önemli olan ve uzun süren Mardin kuşatması sırasında tamamen yer aldılar. Çünkü Mardin ve Diyarbakır hala Safevi valilerin elindeydi. Kuşatma neredeyse bir yıl sürdü. Bu kuşatmaları İdris-i Bitlisi, Bıyıklı Mehmed Paşa ile beraber bizzat kendisi yönetiyordu. Kürt Beyleri de hapisten kurtulmuştu. Zaten Şah İsmail Çaldıran Savaşı’nda yenilince darmadağın olmuştu. Safeviler bayağı bir sendeleme dönemi yaşadı. Hapislerden kurtulan Kürt beyleri de gelip Mardin kuşatmasında yer aldılar. Dolayısıyla Osmanlı da Kürt beylerini tekrar yerlerine iade etti. Safevilerin yerlerinden etmeden önceki statülerini devam ettirdiler. Babadan oğula yönetimin geçtiği bu sistem Tanzimat’a, 1840’lara kadar kesintisiz devam etti.

Safevilere karşı Osmanlı’ya bağlı kaldılar. Çünkü Safevileri tercih etmeleri mümkün değildi. Bu kadar kuvvetli bir Sünni geleneğinin, bir ulema ve medrese geleneğinin olduğu bir topluluk Caferiye Şiasını esas alan Safevilere bağlanamazdı. Mısır’dan sonra Şafiliğin ikinci önemli merkezi olan Kürdistan, Safevi Şiiliğini kabul edemezdi.

Osmanlı’nın sömürgesi, sömürge valisi yoktu. Kaldı ki Kürdistan’da hiç yoktu. Osmanlı devleti, Batı Avrupa’daki devletler gibi kolonyal bir yapıya sahip değildi. Osmanlı mülkünün her bölgesinde sadrazam çıkabiliyordu. Çoğu Balkanlardan, Rumeli’den olmak üzere her milletten sadrazam, vezir, vali vs. çıkmıştır. Bu bakımdan Osmanlı’yı, İspanya, Portekiz, İngiltere ya da Hollanda’ya benzetemeyiz.

Musul-1932

Osmanlı, Kürt beylerine özerklik verdi mi?

Osmanlı zaten var olan statüyü devam ettirdi ve 19. Yüzyılın ikinci yarısına kadar yeni bir statü oluşturmadı. Bugünkü, modern politik anlamıyla özerklik kavramı ve bu kavramın beraberinde düşünülmesi gereken ekonomik [mülkiyet ilişkileri], sosyopolitik mefhumlar o dönemde yoktu. Bu türden anakronik ifadelere, aktüel tartışmalarda maalesef çokça rastlanılmaktadır. Kürt beylikleri, Osmanlı fermanıyla yönetiliyorlardı. Mesela bir bey, mir ölüyor, yerine oğullarından kim geçecek? Bunun için İstanbul’dan ferman gelir; bazen bir niza, bir problem olduğunda merkezden müdahale edilirdi. Beylerin çocuklarından, şehzadelerinden hangisi, idare edecekse o atanırdı. Beylik ve mirlik statüsü devam ettirildiği için o bölgede egemen olan Kürtçe iyice bölgenin her tarafına yayıldı. Tabiî ki, yazı dili de Şeyh Ahmed El-Cezerî vs. gibi bilgeler vasıtasıyla gelişip yayıldı. Bu arada medreselerin bu yayılımda ciddi oranda etkisi oldu. Kürtçenin kullanımı daha geniş bölgelere yayıldı. Kilis’e, Gaziantep’e kadar olan bölgede Kürtçe konuşulmaya başlandı.

Aslında Kürtçe’nin o bölgede daha geniş alanda kullanılması, Mervani Devleti zamanında başlamıştır. İslam fetihleriyle birlikte bazı Arap aşiretleri bu bölgeye yerleştiler. Beni Bekir, Beni Tagrib, Beni Temim, Beni Kays, Beni Bedîr-Bidrî- gibi Arap aşiretleri, büyük Arap kolonileri oluştu. Siirt Mardin, Tillo, Hasankeyf, Sason gibi belirli şehir, kasaba merkezleri hariç kırsaldaki bu Arap aşiretlerinin tümü zamanla Kürtleşti.


Musul'da bir kahvehane-1914

Yani Diyarbakır’ın güneyinden başlayarak, Batman’a, Midyat’a kadar olan bölgelerde, bir hayli Arap nüfus zaman içerisinde Kürtleşti. Mervani Hanedanı Kürt bir hanedan olması dolayısıyla, sarayda Kürtçe konuşurlardı. Ve daha sonra beylikler, mîrlikler şeklinde parçalandıktan sonra bile beylerin köşklerinde ya da saraylarında Kürtçe konuşuldu. Haliyle Türkçe konuşmuyorlardı. Dolayısıyla bu Arap aşiretlerinde de ciddi bir Kürtleşme oldu.

Ahmedi Hani

Modern, ulusalcı, seküler, eski Marksist Kürt ulusalcıları Hani’ye ilişkin yeni bir tarih yazmaya çalışıyorlar. Ahmed-i Hânî elbette kürttür. Ancak, bunların geçmişe yönelik modern tezlerine uyan birisi değildir. Kürtçü aydınların, ulusalcı kemalist aydınlardan, söylem bakımından, özellikle tarih yazıcılığı bağlamında çok da farkı yoktur.



Ahmedi Hani, ulemadandır. Yaşadığı dönem, Safevilerin yıkılma aşamasına tekabül etmektedir. Ve elimizde, prokürdist aydınların iddia ettiği gibi bağımsızlık arzularına dair bir belge ya da ideolojik/ulusalcı kitapları yoktur. Kitaplarını Kürtçe yazdı ancak Arapça yazdığı kitapları da kaydedilmektedir. Muhtemelen Arapça yazdığı çok kitap da vardır. Fakat Kürtçe kitaplarıyla meşhur olur. Kürtçe kitaplarının hepsi modern-ideolojik/Ulusalcı kitaplar değil dini, tasavvufi kitaplardır. Mem o Zîn, Leyla ile Mecnûn tarzında, tasavvufî, İlâhî aşk öğeleri taşıyan manzum bir eserdir. Eserin sonu yakarışlarla dolu bir münaâcât ile biter. [bkz. Ahmed-i Hani, DİVANPOST, TARİH kategorisi-editör.]

Eserlerinde Kürtler şöyle bir topluluktur vs. türünden açıklamalar bolca bulunabilir. Bunu Şeref Han’ın Şerefname’sinde de görebiliriz. Klasik Kürtçe metinlerde, Kürtlerle ilgili Kürtlükle ilgili her türlü şeyi bulabiliriz ama bugünkü modern anlamda ulusalcı bir nüve, söylem bulmak mümkün değildir. Ne Mem o Zîn’de bulabilirsiniz ne de Ahmedi Hani’nin Nubara Biçukan, Akîda İmané gibi diğer eserlerinde. [Nubihar (Nevbahar) medreseye yeni başlayan Kürt çocuklarını Arapçaya alıştırmak için yazılmış manzum bir küçük Arapça-Kürtçe lügat kitabıdır.]

Ahmed-i Hani Kürtçe yazdı, elbette ki Kürtlerden de bahsetti, Türklerden de bahsetti. Hatta ilk mısraı Arapça, ikinci mısraı Farsça, üçüncü mısraı Türkçe, dördüncü mısraı Kürtçe olan beş kıtalık bir şiiri [mülemma] var.

Hani’nin, Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayında da görev aldığı söyleniyor. Halklar arasında bazen birbirlerine yönelik bazı olumsuz algılamalar olabilir. Bazı topluluklar birbirinden zaman zaman hoşlanmaz, birbirleri hakkında olumsuz sözler söylerler. Karadenizliler hakkında birileri olumsuz şeyler söyler, Dadaşlar hakkında başkaları… Bazı kimseler de Kürtler hakkında çok olumsuz şeyler söylemiştir. Mesela 18. yüzyılda, İsmail Hakkı Bursevi, dokuz ciltlik Ruhu’l-Beyân tefsirinin 5.cildinde, yolculukları sırasında, bazı Kürt kökenli eşkıyanın saldırısına uğradığı, kervanı onlar tarafından soyulduğu için tefsirinde Kürtlere çok ağır hakaretler eder. Bu tip anektodlar maalesef vardır. Ama bunun dışında modern ulusal, etnik bilinç, nasyonalizm o dönemde hiç kimsede [Türklerde de] yoktu.

CUMHURİYET DÖNEMİ

Cumhuriyet döneminde, tek-parti döneminde bütün baskılara, jandarma baskısına rağmen birçok sosyokültürel ve tarihi parametre kırılmadı. 1924’te en önemli bağ olan hilafet kaldırıldı. Birinci dünya savaşının o en zor günlerinde dahi Kürtler Osmanlı’ya sadık kaldı. Cephelerde Çanakkale dâhil tüm savaşlara katıldılar. Hatta çoğu kongrelere ve Kurtuluş savaşına destek verdiler. Ama sonra tüm dini müesseseler hilâfet başta olmak üzere kaldırıldı. Müslümanlık âdeta yasaklandı. Kürt kimliği yasaklandı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu medreseleri zaten kapattı. Kürt medreseleri bu anlamda resmi hüviyetini kaybetmiş oldu. Kürt medreselerinden mezun olan birisi ehliyet imtihanına girerek resmi olarak devlette, İstanbul’da görev alabiliyordu.

Medreseler lağvedildi, bu medreselerin önü kapatıldı, aynı zamanda hilafet kaldırılmış olduğu için bağlar koptu. Şeyh Said hadisesi de bunu daha ileriye götüren bir hadise oldu. Hadise devletin bir provokasyonuydu aslında. Devletin bir anda bir şeyi patlatmasıydı. Belki daha sonra, 3–5 sene sonra, böyle bir ayaklanma olabilirdi. Ancak devlet, daha erkene alınmasını sağladı. Provoke ettiler ve erken bir şekilde bölgede var olan bir gücü budamış oldular. Bölgede çok ağır baskılar uygulanmaya başladı. Tek parti dönemi uygulamaları, jandarma baskısı kadınların çarşaflarına kadar uzandı. Medreselerden kitapların alınıp jandarma tarafından üzerlerine gaz dökülerek yakılması… Bu tür hadiseler maalesef birçok yerde vuku bulmuştur. Mesela, Van’daki geniş çaplı kitap yakılması hadisesi... Medreselerden, insanlardan on binlerce kitap toplanarak gazla yakılmıştır. İnsanlarda, dinlerine, imanlarına, namusuna, ırzlarına her şeyine el uzatıldığı algısı adeta pekiştirildi. Tek parti döneminde, herkes, her türlü ağır baskıyı gördü. Buna rağmen Kürtler, medrese geleneklerini sürdürdüler, buna rağmen tekkelerini açık tuttular, açık tutmaya devam ettiler. Tabii çok ağır baskı uygulandı. Ve sonuç ne oldu? Bu kadar ağır baskı, kimlik inkârı, oranın dini yapısına, namusuna el uzatacak kadar devletin ileri gitmesi ister istemez tabii günümüzdeki bu sonuçları doğurdu. Bir kimlik inkâr edilirse, bir kimlik üzerine bu kadar gidilirse, zorla asimile edilmeye, tek tipleştirmeye çalışılırsa, iyi şeyler olmayacağı kesindir. Tek tip vatandaş oluşturmaya yönelik, laik-seküler-beyaz Türk… özendirilen tip buydu. Bu yönde devletin çok ciddi dayatmalar oldu.

Türkiye’nin Batısı modern sisteme daha erken uyum sağladı çünkü Osmanlı zamanından beri merkezi yönetimin içinde idi. Orası gibi mirlerle, beylerle, yerel idarecilerle yönetilmedi. Geleneksel sistem Batıda daha çabuk çöktü. Doğuda gelenek devam etti. O gelenek devam ettiğinden dolayı orası daha direnç gösterdi, daha farklılaştı.

Kürt Toplumu içerisinde hala tarikatlar, ciddi olarak etkinliklerini sürdürüyor. Hala Nakşibendîlik ve medreseler var. "Hala" diyorum çünkü devletin ve PKK’nın seküler, laikçi, dayatmacı, din karşıtı, baskıcı tutumuna rağmen, hala orada Kürt medreseleri ve Nakşibendî dergâhları devam ediyor. Ancak yine aktüel tartışmalarda sıkça değinildiği şekilde tarikatların Talabani ve Barzani ile direk bir siyasi ilişkileri yoktur. Bu aşiretlerin, Şemdinli’de Barzani’nin akrabaları yaşıyor. Ve Barzani’nin Şemdinli’deki akrabaları "biz seyyidiz" diyorlar. Bunu bir anekdot olarak vurgulamak gerekiyor. Barzani ailesi de kendisini seyyid olarak görüyor. Yani en azından babalarının dedelerinin müritlerine böyle söylüyorlar.

Şeyh Ubeydullah hadisesi, 1913-14’teki Bitlis hadisesi, Şeyh Selim ve Şeyh Şahabettin hareketi, Barzan Şeyhi Şeyh Abdüsselâm hadisesi, Şeyh Said hareketi… hepsi Nakşibendî şeyhlerinin başında bulunduğu hareketlerdir. Çünkü neticede Tanzimattan sonra oranın gerçek otoriteleri Nakşibendîler olmuştur. Dolayısıyla önderler de Nakşî’dir. Önce Meşrutiyet devrinde, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin başında bulunan, sonra Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucusu olan Seyyid Abdulkadir de Şeyh Ubeydullah’ın oğluydu. Onlar da Nakşibendî’ydi. Hatta bölgede Mevlâna Hâlid’den sonra en önemli Nakşibendî ailesiydi. Yani Kürt hareketi, Kürt önderleri daha çok Nakşibendî şeyhlerinden ve mollalarından oluşuyordu. Özellikle 20. yüzyıl başlarında Seyyid Şefik Arvasi, Abdulhakim Arvasi, Bediüzzaman Said Nursi, Seyyid Abdulkadir, Abdürrahîm Zapsu, Ahmed Ramiz, Halîl Hayâli, Süleymaniyeli Tevfîk, Müküslü Hamza gibi Kürt önderleri hep dini şahsiyetlerdi. Daha sonra Şeyh Said’in ailesi de Nakşibendî’dir. Dini önderlik söz konusuydu. Bu dini önderlik cumhuriyet tarafından büyük ölçüde tırpanlandı. Ve 30’lu, 40’lı yıllardan itibaren belli bir boşluk doğdu. Bu boşluk sırasında, o bölgeden olup da İstanbul, Ankara gibi yerlerde okul okuyan seküler kimseler ortaya çıkmaya başladı. Musa Anter gibi. Kürtler arasında bazı seküler, din karşıtı simgeler de çıkmaya başladı. Ya da Cigerxwin gibi, molla kökenli ve tanınmış ulemadan olmasına rağmen, sonradan Marksizm’e, Leninizm’e kayan dinsiz simgeler oluşmaya başladı.

1960’lardan itibaren Kürt hareketi üzerinde Marksizm’in çok büyük etkisi oldu. Yani Kürt hareketi Marksist söylemler içerisinde kendini ifade etmeye başladı. Bunun da sebebi şudur: Molla Mustafa Barzani’nin, Mahabat’ta kurmaya çalıştığı Kürt Devleti denemesi 1946’da başarısız olunca, gidecek yeri kalmadı, Sovyetler, Stalin ona kucak açtı. Peşmergeleri ile birlikte Türkiye üzerinden Rusya’ya geçti. O zaman, İsmet Paşa hükümeti o izini verdi. Barzani Rusya’ya geçti ve 10–11 yıl kadar Rusya’da kaldı. Kızılordu ile çalıştı. Barzani bu süreçte Marksist olmadı. Hatta daha sonra oradan ayrılıp tekrar Irak’a döndüğü zaman artık Sovyetlerden ve Stalin’den nefret ediyordu. Fakat Sovyetler o bağı çok iyi kullanarak Kürt oluşumlarının, Kürt hareketinin içerisine de ciddi olarak sızdı ve etkiledi. Ve soğuk savaş döneminin, Anti-amerikancı dalgasının da etkisiyle Kürt hareketleri Marksist, sosyalist bir nitelik kazanmaya başladı. 1968’le birlikte sol hareketin yükselişe geçmesiyle Kürt hareketi iyice sol Marksist bir renge büründü. Daha önce din adamlarının önde olduğu, din adamlarının önderliğindeki Kürt kimliği seküler, Marxist-din karşıtı kimselerin eline geçmeye başladı. Nakşibendîlik belli bir oranda zayıfladı. 12 Eylülden sonra burada Marksist hareket, PKK hareketi güçlendi ama PKK 90’lı yıllardan itibaren Marksizmden sıyrılmaya başladı. Daha doğrusu PKK Marksist söylemleri devam ettiremedi. Çünkü insanlar Marksizmden uzaklaştı.

1960’lı 70’li yılların Kürt hareketinin etkisiyle, Marksizme yönelen bir kısım Nakşibendî ailelerinin genç kuşakları, 80li yılların sonlarından itibaren bu Marksist söylemlerden vazgeçerek yeniden dini yapılanmaya yönelmeye başladı. Yani bir kısım şeyh ailelerinin genç kuşakları 70’li yıllarda Marksist oldu, çok koyu Marksist çizgiye kayanları da oldu. Ama 80’li yılların sonlarından itibaren bu Marksist yapı çökünce yavaş yavaş belli bir oranda kendi eski dini yapılarına doğru dönüşmeye başladılar. Şu anda bu aileler belki eskisi kadar güçlü değil ama Marksist yönelim hemen hemen tamamen tasfiye oldu ve dini yönelimler artmaya başladı.

PKK ve KÜRTLER

Avrupa ve Amerika, 19. yüzyılın başlarından beri Kürdistan’la ilgileniyorlar. Seyyahlar, gezginler, araştırmacılar, misyonerler, arkeologlar, vs. aracılığıyla bölgeyi tanıyorlar. Bunların en meşhur örneği, İstanbul’da bir zaman İngiltere’nin sefirliğini de yapmış olan Sir Henry Austen Layard’dır. Çok ciddi olarak, o bölgeyle ilgilendiler. Avrupalılar ya da Amerikalıların bugün orada dini bir yapılanma istemedikleri kesindir. Seküler, laik, din-dışı çizgide olanları tercih ederler, onları daha ön plana alırlar. Marksizmin ciddi olarak yükselişte olduğu soğuk savaş döneminde Amerika, Avrupa bu konuda belki sessiz kaldı. Ama 90’lı yıllardan itibaren PKK’nın ciddi olarak arkalandığını biliyoruz. 80’li yılların sonundan hatta sadece PKK değil PKK benzeri hareketler desteklendi. Ancak burada devletin de sorumluluğu çok çok fazladır. 1983’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti şöyle bir karar aldı: PKK dışında hiçbir örgüt bölgede yer almasın. Hepsini tasfiye edelim. Apocular tek hedef haline gelsin. Biz tek hedefi daha kolay ezeriz, tarzında bir strateji benimsendi. Bu strateji doğrultusunda PKK dışındaki bütün örgütlenmeler, bütün organizasyonlar bölgede kısa sürede tasfiye edildi. Özellikle değişik sosyalist çizgide olanlar, Barzani’ye yakın gruplar, vesair bölgede tasfiye edildiler. Bölgede tek güç olarak PKK ve PKK’ya yakın gruplar kaldı. Onun dışında güce izin verilmiyordu. Dolayısıyla PKK hareketi yol aldı. Dışarıdan örgütlenme avantajını da kullandı.

PKK, Kürt toplumunu sekülerleştiriyor. Özellikle kadınlar üzerinden çok ciddi bir etki oluşturuyor. Kadınların sekülarizasyonunda, modern ilişki biçimleri, kavramların trajikomik biçimde insanlara yapıştırılmasında, toplumun dini duyarlılıklarını, terbiye ve adabını terk etmesinde hatta ateist Kürt kavramının oluşumunda, PKK'nın çok önemli etkisi oldu. Bu örgüt Ramazanda oruç tutmamak gibi şeyleri neredeyse dayattı. Dinle, Müslümanlıkla barışmaya yanaşmıyor. Müslümanlıkla ciddi olarak savaşıyor. Müslümanlıktansa ulusalcı Kemalistlerle işbirliği yapmaya razılar. Çünkü aynı zihniyeti taşıyorlar. Evet. Sırf Müslümanlık olmasın, Müslümanlığa yol açılmasın diye ulusalcı Kemalistleri rahatlıkla tercih edebilirler.

AÇILIM

Dinle barışılması lazım. Açılım yapılırken devletin mutlaka dinle barışması lazım. Bu açılım yapılırken dinin ıskalanmaması gerekiyor. Abdullah Gül’ün açılımı, o bölgenin en önemli dini merkezlerinden biri olan Norşin’den başlatması elbette önemli bir gelişmedir. Ama bunun devam etmesi lazım. Kararda etkili olan seküler liberal aydınlar, Marksist geçmişten geliyorlar. Hatta bir kısmı Maocu geçmişten geliyor. Bu insanlar bugün Avrupa Birliği yanlısı, seküler ve liberal. Kürt sorununun çözümünü istiyorlar. Ama son derece seküler bir yapıya sahip oldukları için Müslümanlığı görmezden geliyorlar. Özellikle ıskalıyorlar. Kürt meselesinin çözümünde Müslümanlığın rol almasını, barıştırıcı ve birleştirici bir rol almasını asla istemiyorlar. Böyle bir tutum içerisindeler. Ama liberal-seküler bu aydınların yanı sıra İslamcı aydınlar da aynı tutum içerisindeler. Liberal-seküler aydınların etkisi altında, bunlara özenme duygusu yaşayan, bunlarla aynı sınıf içerisinde yer alma çabası içerisindeki İslamcı aydınlar da Kürt sorunu konusunda dini, müslümanlığı özellikle görmezden geliyorlar, görmezden gelmeye çalışıyorlar. Gördüğümüz kadarıyla İslamcı aydınlar Kürt sorunu konusunda ve Türkiye’nin diğer siyasi sorunlarında bir şekilde Müslümanlığı görmezden geliyorlar. İslamcı aydınlar bu tutumlarından vazgeçmek durumundadır. İslamcı aydınların müslümanlığı, İslam’ı degrade etmeye hakları yoktur.

Salt seküler demokratik çözümler sadece ayrışmayı getirir, çatışmayı doğurur. Çünkü sadece farklılıklara ve bireysel özgürlüklere vurgu yapılıyor. Bu çok önemli, ancak ortak yaşama kültürü üretmiyor ve sosyolojik olarak üretemez. İnsanlar, "biz birbirimizin seküler demokratik kardeşleriyiz, Kürt, Türk, Çerkez, vatandaşlık bağı, hepimizin ortak paydası" demez ama nihayetinde çatışsalar bile, "biz birbirimizin kardeşiyiz, din bunu emrediyor, bu temelde barışalım" diyebilme imkânları vardır. Din böyle bir zemin oluşturuyor. Seküler demokrasi, bireysel özgürlükleri geliştiriyor, birey farklılıklarını vurguluyor, bireyi ön plana çıkarmada etkili oluyor. Ama ortak yaşama kültürü, ortak medeniyet üretmiyor, böyle bir yapısı yok. Ortak medeniyet ve ortak yaşama kültürü derken elbette kesinlikle, asimilasyon ve tek tipleştirmeyi kastetmiyorum. Bunları birbirinden kesinlikle ayırmamız lazım.

Çoğu artık çok bireysel ve oldukça pragmatist İslamcı aydınların bu sıkıntıyı görebilmesi gereklidir. Göremiyorlar. Bu arada, İslamcı aydınların, toplumsal barış çok da umurunda mı, onu da bilmiyorum. Açıkça söylüyorum: Bundan emin değilim…
MÜFİD YÜKSEL

0 yorum:

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind