GÖRÜB İ’LÂM EYLEYESUZ


Şeyh Es-Seyyid Mehmed Ali’ye Karyağdı Baba denmesinin nedeni; menkıbeye göre, çok sıcak bir yaz mevsiminde Ali Baba’dan bir keramet arzu etmişler. O da yaz mevsiminde kar yağdırmış. O andan itibaren “Karyağdırdı Baba” diye anılmış ve bu da sonradan “Karyağdı Baba”ya dönüşmüş. 

Kıyâm Zikri’nin ritmik, estetik bütün, inceliklerine fevkal’ade bir sûretde vâkıf ve mutasarrıf bulunan, hele zikri idare kudreti, hakikaten bir hârika halinde görülen, gösterişsiz, ufak yapılı vücudunda bilhassa bu noktadan büyük kıymetler taşıyan bu kıyâmcılar kıyâmcısı ile, Yaşar Baba, kazara bir hafta günü tekkeye gelmemiş olsalar, yine para ile tutulmuş bir kısım zikirciler, bütün ustalıklarına rağmen ne yapsalar, kendi başlarına zikri açamazlar, yürütemezlerdi. Bu hususta bilgisi, görgüsü bir hiçten ibâret bulunan biçâre Efendi de bunalarak ne yapacağını bilemezdi. Herkese tepeden bakmağı âdet edinmiş olduğu halde bu iki zâtın önünde hürmetle, zarûretle eğilir ve küçülürdü. Çünkü bu iki adam Şeyh’in, Tekke’nin kusur ve noksanlarını örtüyor, düzeltiyor, hatta Tekke’ye şeref ve kıymet katıyordu.

Zikirlerin mükemmeliyeti bir yerde anlatılırken:

-Üsküdarlı Kemâl’in reisliğinde ve Yaşar Baba’nın idaresinde!.. deniliyordu.


Eyüp-Karyağdı Baba Bektâşî Tekkesi

[Hafız Baba Dergahı]

Tekke, Eyüp sırtlarında, İdris köşkü mevkiinde, Gümüşsuyu mahallesi, Karyağdı sokağı ile Ballı Baba [eski adı Balî Baba] sokağının birleştiği yerde, 38.ada, 4-5-6. parsellerde yer almış olup etrafı duvarlarla çevrilmiştir.

Karyağdı Baba tekkesinin Horasan erenlerinden olup İstanbul'un fethinde bulunduğu rivayet edilen Karyağdı Baba lakaplı Es-Seyyid Mehmed Ali Baba tarafından kurulduğu kaynaklarda yer almaktadır. [Ayvansarâyî, Hadikatu’l Cevamî’, 1281:1/264;M. Nermi Haskan, Eyüp Tarihi, 1996:109-111]

Karyağdı Mehmed Ali Baba’nın kabri tekke haziresinde olup, etrafı parmaklıklı ve baş tarafındaki şahide elifi tâclı, kalın ve silindiriktir. Kitabesi şudur:

[Baş Taşı]

Kutbü’l-ârifîn Gavsu’l Vâsılîn

Hazret-i Karyağdı Es-Seyyid Muhammed
‘Ali Kuddise Sirruhu’l-Celî

[Ayak taşı]

Huve’l-Mu’în

Sadât-ı Sülâle-i Kâzimiyyeden Horasânî
Karyağdı ‘Alî Baba Kuddise Sirruhu’l-Celiyu’l-A’la


Kitabede tarih rakamı yazılmamıştır.


Karyağdı Baba

Şeyh Es-Seyyid Mehmed Ali’ye Karyağdı Baba denmesinin nedeni menkıbesine göre, çok sıcak bir yaz mevsiminde Ali Baba’dan bir keramet arzu etmişler. O da yaz mevsiminde kar yağdırmış. O andan itibaren “Karyağdırdı Baba” diye anılmış ve bu da sonradan “Karyağdı Baba”ya dönüşmüş. [Özdamar,1994:24-26] Bu menkıbeler dışında, Karyağdı Baba lakaplı es-Seyid Mehmed Ali Baba’nın tarihi kişiliği ve vefat tarihi hakkında elimizde herhangi bir bilgi mevcut değildir. Bazılarına ve kitâbesine göreyse İstanbul’un kuşatmasında buralara gelmiş bir Horasan ereni. Süheyl Ünver bu gibi menkıbevî şahsiyetler için şu değerlendirmeleri yapar:

Cihad Erleri

"Horasan’dan İstanbul kuşatmasında bulunmak için gelmişlerdir. İsimleri ma’lum veya değil, medfun bulundukları yer belli veya gayr-i ma’lum pek çok zevatı bunlardan sayarlar ve rivayetlerde bu merkezdedir. Bu cihad erleri sonraları erenlerden sayılmışlardır. Çoğu da Bektaşi efsanelerine geçmiştir. Bunların hangisi Ni’me’l-Ceyş’dendir , ayırd etmek güçtür." [Ünver, 1996:5/245]

Ni’me’l-Ceyş: Arapça’da Ne Mutlu Asker anlamına gelir. Hz.Peygamber’in [SAV] İstanbul’un fethini müjdeleyen ve İmam Ahmed Bin Hanbel’in Müsned’inde hasen-sahih olarak yer alan ünlü hadis rivayetinde Ni’me’l-Ceyş ifadesi İstanbul’u feth edecek erler için kullanılmıştır. Bundan dolayı İstanbul’un fethi [ 857/1453]’de bulunan askerler için Osmanlı kaynaklarında bu tabir kullanılmıştır.

Buna binaen Horasan’dan gelip İstanbul kuşatmalarında bulundukları menkıbevi bir şekilde rivayet olunan Cihad ve gazâ erlerinin Bektaşi menakıbnâmelerine geçmesinden dolayı bir çoğunda olduğu gibi Karyağdı Baba kabri ya da sonradan bu adla ihdas edilen bir kabir yanında da bir Bektaşi dergâhının inşa edildiği görülmektedir. [Büyük Çamlıca’daki İvaz Fakih, Merdivenköydeki Şahkulu Sultan, Beykoz’daki Akbaba, Maltepe-Başıbüyük’teki Daver Baba, Kazlıçeşmedeki Eryek Baba, Fatih’teki Ciğerci Baba, Erdi Baba gibi.]

Karyağdı Baba Bektaşî tekkesinin kuruluş dönemi ile ilgili belgeler

Buna karşın tekke’nin kuruluşu ve tasarrufuna ilişkin olarak Başbakanlık Osmanlı arşivi’nde 1193/1779 tarihli iki bölümlü belge [Buyuruldı] bulunmaktadır. [BOA, Cevdet Evkaf, No:24138]

Bu belgenin içeriği şudur:

‘İnâyetlu Reisu’l-Küttâb Efendi Görüb İ’lâm Eyleyesuz Deyu Buyurulmuşdur.

Fi 20 C.A 1193

Der-i Devletmekîne Arz-ı Dâ’î-yi Kemîneleridir Ki,

Cedd-i Azizim Kutbu’l-‘Arifîn Zahru’l-Vâsılîn El-Hacc Bektâş-ı Velî Kuddise Sirruhu’l-Hafî ve’l-Celî Hazretlerinin Tarîkat-ı ‘Aliyyesine meşrût ve müntehî zevâyadan olub, Medîne-i Ebî Eyyub-i Ensârî ‘Aleyhi’r-Rahmetu’l-Bârî’de vâki’ merhum Bektâşî Bosnevî Dervîş Mustafa’nın müceddeden binâ ve ihyâ eylediği zâviyesinin zabt ve tasarrufu için güruh-i Bektâşiyândan Dervîş İsmâîl Bin Muhammed nâm kimesne Medîne-i Eyyub mahkemesinde meclis-i şer’i hatîrde Dervîş ‘Alî Bin Muhammed nâm kimesne ile terâfu’larında güruh-i Bektâşiyândan merhum Bosnevî Dervîş Mustafa nâm sahibu’l-Hayrın medîne-i mezburede Zeyneb Hatun mahallesinde vâki’ Eyyub Câmi’i Şerîfi vakfına arsası senede yüzseksen [180] akçe mukata’a-i kadîmesi olub iki taraftan makâbir-i müslimîn, bir taraftan Velîzâde Efendi bahçesi ve bir taraftan tarîk-i ‘âmm ile mahdud müceddeden binâ ve ihyâ eylediği bir bâb tahtânî sağîr oda ve bir sağîr ahır ve etrâf-ı erba’ası taş duvarı muhtevî mülk-i memlûkesini Bin yüzyetmiş iki [1172] senesi Muharreminin yirminci günü hasbeten Lillâhi Ta’âla vakf-ı sahîh-i müebbed ve muhalled ile vakf ve habs edüb, evvelâ hayatda oldukça zâviye ta’bîr olunur vakf menzil-i mezburda kendi sâkin olub ba’de vefat evlâd-ı evlâdı evlâdına şart ve ba’de’l-İnkıraz kendi hulefâlarının eslahına verile deyu şart ve herbiri sâkin oldukları müddetde arsa-i mezkurenin mukata’asını vakf-ı mezbura verib iktizâ eden ta’mir [u] termîmini dahi mallarından edeler. Ve hulefâlarından kimesne bulunmaz ise El-Hacc Bektâş-ı Velî âsitânesinde seccadenişîn-i ‘Azîzin ‘arzıyla eslah-ı bektâşiyâna şart ve ta’yîn eylediğini meş’ar tarîh-i mezkuruyla müerreha işbu vakfiyye-i ma’mûlun bihasına tasrîh olunmağla ber mantûk-i vakfiyye zâviye-i mezbureye mezbur Dervîş Mustafa mutasarrıf iken bilâ veled ve bilâ hulefâ fevt olub zâviye-i mahdûde mezkur Hacı Bektâş-ı Velî seccadesinde postnişîn olan Eş-Şeyh Abdullatîf Efendi’nin ‘arzı ve icâzetiyle bana tevcîh ve işbu yedime verilen ‘askerî berâtı mucebince zâviye-i mahdud-i mezkur benim iken merkum Dervîş ‘Alî Fuzûlî zabt etmekle suâl olunub zâviye-i mahdud-i mezkuru bana teslîme tenbîh olunmak murâdımdır. Dedikde ğibbu’l-İstintak merkum Dervîş ‘Alî dahi cevâbında müteveffa-yı mezbur Dervîş Mustafa’nın ben eslah-ı hulefâsından olub Merhum Dervîş Mustafa’nın ber muceb-i vakfiyye-i ma’mûlun biha zâviye-i mahdud-ı mezkura evvelâ kendiye ba’de vefatihi hulefâsının eslahına ve evlâd-ı evlâdına meşrut ola. Zâviye-i mezbur ber muceb-i şart-ı vâkıf kendüden sonra nevbet-i tasarrufunu bana şart ve ta’yîn eylediğini huzûr-i müslimînde işhâd etdiğime binâen ber vech-i muharrer-i meşrutiyye üzere bihakkın.....[bir kelime silinmiş] zabt ve tasarruf ederim deyu ba’de’d-Def’ ve’l-İnkâr mezbur Dervîş ‘Alî ber vech-i muharrer müteveffa-yı mezbur Dervîş Mustafa’nın eslah hulefâsından olub yedlerinde olan vakfiyye-i me’mûl biha nâtık olduğu üzere nevbet-i tasarruf-ı zâviye kendinin olduğu lede’t-Tezkiye ‘adâletleri zâhir olan medîne-i mezbure ahâlisinden imâm-ı sânî El-Hâcc Salih Efendi Bin İsma’îl ve Mehmed Sa’îd Efendi Bin Ahmed ve sâbıkan Karcıbaşı Halîl Ağa Bin Mehmed ve El-Hâcc Ömer Ağa Bin Ahmed ve Molla Mustafa Bin İbrahîm nâmun kimesneler şehâdetleriyle mezbur Dervîş İsma’îl muvacehesinde vech-i şer’î üzere isbât etmeğin mucibesiyle zikrolunan zâviyedârlık mezbur Dervîş İsma’îl’in üzerinden ref’ olunub yedine verilen ‘askerî berâtının dahi kaydı ba’de’t-terkîn ve küçük evkâf muhasebesine kayd ber muceb-i şart-ı vâkıf eslah-ı hulefâdan Dervîş ‘Alî’ye tevcîh ve zâviye-i mezkurenin zabt ve tasarrufu için müceddeden yedine berât-ı şerîf-i ‘âlîşân sadaka ve ihsân buyurulmak üzere emr-i ‘âlî sudûrunu iktizâ eylediğini halen medîne-i mezkure kadısı Mevlâna Mustafa efendi dâ’îleri i’lâm etmeleriyle ber vech-i meşruh zâviye-i mezkure mezbur Dervîş İsma’îl’in ref’inden şart-ı vâkıf üzere merkum Dervîş ‘Alî’ye tevcîh ve ber muceb-i i’lâm-ı şer’iyye mahalline kayd ve âyende ve revendeye it’âm-ı taâm eylemek üzere yedine berât-ı şerîf-i ‘âlîşân sadaka ve ihsân buyurulmak bâbında pâye-i serîr-i a’lâya ‘arz olundu. Bâkî emr u fermân ve lutf u ihsân limen lehu’l-Emr Hazretlerinindir.

Hurrire fi’l- yevmi’l-Hâdi ‘aşer min şehri Şa’bâni’l-mu’azzam liseneti selase ve tis’în ve mieti ve elf.

Efkaru’l-Vera Hâdimu’l-Fukara Eş-Şeyh

‘Abdullatîf Seccadenişîn-i
El-Hacc Bektâş-ı Velî
Kuddise Sirruhu

Evkâfdan

Küçük Evkâf Muasebesinde Kaydı Bulunmamıştır. Ferman Devletlu Sultanım Hazretlerinindir. Fi 16 Ş. 1193
Anadolu Muhasebesinde Dahi Kaydı Bulunmamıştır. Emr u Ferman Devletlu Saadetlu Sultanım Hazretlerinindir. Fi 16 Ş. 1193
Haremeyn-i Şerîfeyn Mukata’asında Dahi Kaydı Bulunmamıştır. Ferman Devletlu Sa’adetlu Sultanım Hazretlerinindir. Fi 16 Ş. 1193
Ma’den Kaleminde Dahi Kaydı Bulunmamıştır. Ferman Devletlu Sa’adetlu Sultanım Hazretlerinindir. Fi 16 Ş. 1193

Askerîden

Kadîmî Kaydı İle Mukayyed Olub Aklâm-ı Ahire Murâd Etdiler ki, ‘Arz Ve ‘Arz-ı Haline Derkenâr

Ber Takrîb-i Ref’ ve Terkîniyle Kaydı Bozulmamak Üzere Ferman-ı ‘Alî

Buyuruldu Askerî Rûznamçesinde Mestûr ve Mukayyeddir. Emr u Ferman Devletlu Merhametlu Sultanımındır.
Fi 17 Ş. 1193

Berât Kaydı Askerîde Derkenâr Buyurulmuşdur

Mühür: [Hâdim-i Şer’i Kerîm Es-Seyyid Abdurrahîm]

Sâdır olan Fermân-ı ‘Alîlerine Hazret-i Ebî Eyyub-i Ensârî Radiyallahu Anh Rabbuhu’l-Bârî Mahallâtından Zeyneb Hâtun mahallesi sükkânından güruh-i Bektâşiyândan Bosnevî Dervîş Mustafa mahalle-i mezburede vâki’ arsası Hazret-i Ebî Eyyub Hazretlerinin vakf-ı şerîfine senevî yüz seksen akçe mukata’alı iki tarafından mekâbir-i müslimîn ve bir tarafından Velîzâde Efendi bahçesi ve bir tarafından tarîk-i ‘amm ile mahdud arsa-i mezbure üzerinde ....[müceddeden?] mebnî ber mantûk-i huccet-i şer’iyye tahtânî bir bâb oda ve ahırve etrâf-ı erba’ası taş duvarı muhtevî yedinde mevcud milk-i memlûkesini bicümleti’t-Tevâbi’ ve’l-Levâhik hasbeten Lillâhi Ta’âla vakf-ı sahîh-i müebbed ve muhalled ile vakf ve habs edüb evvelâ hayatda oldukça zâviye ta’bîr olunur vakf menzilinde kendi sâkin ba’de vefatihi evlâd-ı evlâd-ı evlâdına şart ve ba’de’l-İnkırâzi’l-Evlâd kendi hulefâlarının aslahına ve ba’de’l-İnkırâzi’l-Hulefâ Tarîk-i Bektâşiyândan Azîz müşarunileyhin ‘arzıyla aslah Bektâşiyâna şart ve ta’yîn eylediği vakfiyye-i ma’mulun bihasında tasrîh olunmağla ber mantûk-ı vakfiyye zâviye-i mezbura bilâ berât mutasarrıf olan sahibu’l-Hayr Dervîş Mustafa bilâ veled ve bilâ halef fevt olub yerine sulehâdan güruh-i Bektâşiyandan Dervîş İsma’îl’e müceddeden ve bilfiil El-Hâcc Bektaş-ı Velî seccadenişîni şeyh olan Eş-Şeyh ‘Abdullatîf zîde takvâhu ‘arzıyla Bin Yüz Doksan Üç senesi Recebinin On sekizinci gününde tevcîh olunub haliyen üzerinde olduğu defter-i rûznâmçede mastûr ....[Bir kelime okunamadı] derun-i ‘arzda mezkuru’l-İsm ‘Alî Efendi üzerinde bulunmamıştır. Bâkî emr u ferman Devletlu Merhametlu Sa’adetlu Sultanım Hazretlerinindir. Fi 16 Ş. 1193

Mühür: [Hâdim-i Şer’i Kerîm Es-Seyyid ‘Abdurrahîm]

İ’lâmı Mucebince İsma’îl’in Ref’inden ‘Ali’ye Tevcîh Olunub Ve Mâliyeden Berât Buyurulmuş.

24 CA. 1193

Ma’ruz-i Bendeleridir ki,

Hazret-i Ebî Eyyub-i Ensârî mahallâtından Zeyneb Hatun mahallesi sükkânından güruh-i Bektâşiyandan Bosnevî Dervîş Mustafa mahalle-i mezburda vâki’ arsası Hazret-i Ebî Eyyub Hazretlerinin vakf-ı şerîfine senevî yüz seksen akçe mukata’alı ber mantûk-i huccet-i şer’iyye tahtânî bir bâb zâviye ta’bîr olunur vakf menzilinde kendi sâkin ba’de vefatihi evlâd-ı evlâd-ı evlâdına şart ve ba’de İnkırâzi’l-Evlâd kendi huleflarının aslahına şart ve ba’de İnkırâzi’l-Hulefâ Tarîk-i Bektâşiyandan ‘azîz muşarun ileyhin ‘arzıyla aslah-ı Bektâşiyana şart ve ta’yîn eylediğivakfiyye-i ma’mûlun bihasında tasrîh olunmağla ber mantûk-i vakfiyye zâviye-i mezbura bilâ berât mutasarrıf olan Vâkıf Dervîş Mustafa blâ veled ve bilâ hulefâ fevt olub yerine sulehadan güruh-i Bektâşiyandan Dervîş İsma’îl Hacı Bektâş-ı Velî seccadenişîni Eş-Şeyh ‘Abdullatîf Efendi’nin ‘arzıyla bin yüz doksan üç senesi Recebinin on sekizinci günü tevcîh ve müceddeden berât verilib hala üzerinde olduğu ‘askerî rûznamçesinden derkenâr olunmuş. Şimdi Medîne-i Eyyub mahkemesinde meclis-i şer’de zâviye-i mezkureye ber minvâl-i muharrer ‘askerî berâtıyla mutasarrıf olan Dervîş İsma’îl ile Dervîş ‘Alî nâm kimesne terâfu’larında mezkur Dervîş ‘Alî Fuzûlî zabt etmekle zâviye-i mezkur bana teslîmine tenebbüh olunmak matlubumdur dedikde ğibbu’l-istintak merkum Dervîş ‘Alî dahi cevâbında müteveffa-yı mezbur Dervîş Mustafa’nın ben aslah hulefâsından olduğumdan ber muceb-i vakfiyye-i ma’mulun biha şart-ı vâkıf üzere nevbet-i tasarrufunu bana şart ve ta’yîn eylediğini huzûr-i müslimînde işhâd eylediğine binâen meşrutiyye üzere zabt ederim deyu ba’de’d-Def’ ve’l-İnkâr mezkur Dervîş ‘Alî ber vech-i muharrer müteveffa-yı mezbur Dervîş Mustafa’nın aslah-ı hulefâsından olub yedlerinde olan vakfiyye-ei ma’mulun biha nâtık olduğu üzere nevbet-i tasarruf-ı zâviye kendinin olduğunu lede’t-Tezkiyye ‘adaletleri zâhir olan medîne-i mezbure ahâlisinden beş nefer kimesnelerin şehâdetleriyle mezbur Dervîş İsma’îl muvâcehesinde vech-i şer’î üzere isbât etmeğin zâviyedârlık-ı mezbur içun Dervîş İsma’îl’in yedine verilen ‘askerî berâtının kaydı ref’ ve ba’de’t-Terkîn küçük evkâf muhasebesine kayd ve ber muceb-i şart-ı vâkıf aslah-ı hulefâdan mezbur Dervîş ‘Alî’ye tevcîh ve müceddeden yedine berât-ı ‘âlîşân ihsân buyurulmak üzere emr-i ‘âlî sudûru iktizâ eylediğini medîne-i mezkure kadısı Mustafa Efendi i’lâm etmeğin ber vech-i meşruh zâviye-i mezkura mezbur İsma’îl’in ref’inden şart-ı vâkıf üzere muceb-i i’lâm-ı şer’iyye merkum Dervîş ‘Alî’ye tevcîh ve mahalline kayd ve âyende ve revendeye it’âm-ı ta’âm eylemek üzere yedine berât ihsân buyurulmak ricâsına evlâd-ı Hacı Bektâş-ı Velî’den halen âsitânelerinde seccadenişîn olan Eş-Şeyh ‘Abdullatîf Efendi ‘arz eylemiş ber muceb-i i’lâm-ı şer’iyye şart-ı vâkıf üzere İsma’îl’in ref’inden Dervîş ‘Alî’ye tevcîhi iktizâ eyleyüb ancak ‘askerîden mâliyeye nakl husûsu re’y-i rezîn-i isâbet karînlerine manût mevâddan idüğü ma’lûm-ı âsefâneleri buyuruldukda ol bâbda emr u fermân devletlu sultânım Hazretlerinindir.

Karyağdı Baba Bektaşî tekkesinin kuruluş dönemini yansıtan bu belgede, Karyağdı Mehmed Ali Baba adına rastlanılmadığı gibi, tekke için vakfedilen arazide herhangi bir türbeden söz edilmemektedir. Muhtemelen, vakfın sahibi olan Bosnalı Derviş Mustafa’nın halefi olup, dergâh tevliyet ve şeyhliğini Derviş İsmail’den devralan Derviş Ali Bin Mehmed’in adı sonradan Mehmed Ali Baba olarak anılmış. Ve 1826 yılı olayları sonrasında, tekkenin Tanzimat devrinde yeniden tesisinde, Bu zât için yapılan mezar kitâbesinde Karyağdı Mehmed Ali Baba şeklinde tanıtılıp, Sâdat-ı Kâzımiyye’den olduğu belirtilmiş. Bu ihtimal daha güçlü görülmektedir. Ayrıca Tekkenin yanında eskiden kar kuyularının bulunmuş olması da bunu desteklemektedir. Derviş Ali’nin bu kuyularda Kar [Buz] oluşturup yazın halka dağıttığı tahmin edilmektedir.

1193/1778-79 tarihli alıntıladığımız ariza ve buyuruldı metinlerinden, zaviyenin Bosnalı Dervîş Mustafa adlı bir Bektâşî babası tarafından kendi arsası vakfedilerek 18. yüzyıl’da, 20 Muharrem 1172’de [Milâdî 1758] kurulduğu ve evlâdına, evlâdı bulunmadığında hulefasına şart kılındığı anlaşılmaktadır. Buyuruldı ve ariza metinlerinde belirttiğimiz gibi Karyağdı Mehmed Ali Baba’dan ve türbesinden söz edilmemektedir. Dolayısıyla, Karyağdı Mehmed Ali Baba türbesinin, bu arsa Bektâşî zaviyesi haline geldikten sonraları ihdas edilmiş olabileceği kuşkusunu uyandırmaktadır. Ya da Zaviyenin kuruluşunun ardından vakfedilen arsaya bitişik bazı kabirlerin zaviye haziresine katılmış olması da muhtemeldir. Zaviyenin ilk postnişîninin, sahib-i vakf Bosnalı Dervîş Mustafa olduğu, onun vefatının ardından ise Zaviye’nin 1193 tarihinde Dervîş İsma’îl adında bir Bektâşî tarafından zabtedildiği, ancak Dervîş Ali fuzûlî adında ilk postnişîn Dervîş Mustafa’nın halefi olduğu anlaşılan bir Bektâşî dervîşinin müracaatı üzerine, Dergâh postnişînliği aynı yıl mezkûr Dervîş Aliye verilmiştir.

Bu tekke, 1199/1784 tarihli, tekke ve zaviyelerle ilgili defterde “İdris Köşkü civarında Karyağdı Baba Tekyesi” şeklinde yer almaktadır. [Çetin, Atilla, İstanbul’daki Tekke, Zaviye ve Hankâhlar Hakkında 1199 [1784] Tarihli Önemli Bir Vesika, Vakıflar Dergisi, No:13, 1981: 587]

Şeyh Sâfî, Safevî ailesinin kurucusu ve Şah İsmail’in büyük dedesi Şeyh Safiyuddin-i Erdebili mi?

Karyağdı Baba tekkesi, Hadikatu’l Cevamî’de şöyle anlatılmaktadır;

Zâviye-i mezbure, Karyağdı Ali Baba tekyesi denmekle maru’ftur. Halen şeyhi A’rec [topal] Mustafa Dede’dir ki pederi dahi bu tekyede şeyh olup ismi Abdi ve bu dahi a’rec [topal] idi. Ve diğer oğlu dahi a’rec dir. [Ayvansarâyî, Hadika, 1281:1/264]

Hadika’da adı geçen A’rec Abdi Efendinin mezarı halen mevcut olup, şahidesi elifi taclıdır. Üzerindeki tarihsiz kitabe şudur:

Hazreti Şeyh Sâfî

Sülâle-i tâhirelerinden es-Seyyid Mehmed [Muhammed]
‘Abdi Baba Ruhiyçun Fatiha

Kitabede adı geçen Şeyh Sâfî’nin hangi Şeyh Sâfî olduğu tespit edilememektedir. Zira Bektaşîlik tarihinde 5-6 civarında Şeyh Sâfî isimli kimse mevcuttur. Bu durumda adı geçen şeyh Sâfî’nin Safevî ailesinin kurucusu ve Şah İsmail’in büyük dedesi Şeyh Safiyuddin-i Erdebili [vefatı 735/1334] olduğunu söylemek güçtür.

Hadikatu’l-Cevâmi’deki kayıttan, ‘Abdî Baba’dan sonra yine A’rec [Topal] olan oğlu Mustafa Baba’nın dergâhta postnnişîn olduğu anlaşılmaktadır. 1241/1826’da Yeniçeriliğin lağvinin ardından, bununla bağlantılı olarak Bektâşiliğin yasaklanıp, Bektâşî tekkelerinin son 60 yılda yapılanların, mezarlar hariç yıkılıp, diğerlerinin Nakşibendi meşayihine meşrut kılınarak verilmesi esnasında, dergâh binası yıkılmış ve bu Mustafa Baba da üç müridiyle birlikte Birgi’ye sürgün edilmiştir.

“Ve Medîne-i Ebî Eyyub-i Ensârî Radiyallahu ‘Anh Rabbuhu’l-Bârî’de vâki’ Karyağdı Baba Tekyesi’nde olan Mustafa Baba üç nefer Bektâşîsiyle Birgi’ye” [Es’ad Efendi, Üss-i Zafer, 1243:212;1293:212]

Bu dergah, 1241/1826 yılında diğer Bektaşi tekkeleri meyanında yıktırılır ve Dergah Şeyhi olan Mustafa Baba, üç müridiyle beraber Birgiye sürgün edilir. Dergah daha sonra Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülazîz zamanında Nakşibendi dergâhı adıyla yine açılmış olup gizlice Bektaşi ayinleri yeniden yapılagelmiştir. O dönemde yeniden açılan Bektâşî tekkeleri, Sultan II.Mahmud’un Bektâşîliğin yasaklanmasına dair Fermanı [Ahmed Lütfî, Tarih-i Lütfî, 1289:Cilt:1;Ahmed Rıfkı, 1328:2/95-107;BOA, Hat:290/17383] resmen, halen yürürlükte olduğundan, Nakşibendî olarak gösterilmek zorunda kalınmıştır. O dönemde fiilen açık olan Bektâşî tekkeleri, ancak 1336/1920 tarihinde resmen tanınmışlardır. [Kara, 1990: 422-423]

Mehmed Necîb Baba ile ilgili arşiv vesikaları

Yasaklı dönemden sonra Karyağdı Baba tekkesini tekrar ihya edenin Mehmed Necîb Baba olduğu sanılmaktadır. Aslen Karamürsel’li olduğu tahmin edilen M.Necip Baba’nın vefat tarihi 1291/1874 yılı olup Bektaşi tâclı şahidesiyle mezarı tekke haziresindedir. Mehmed Necîb Baba ile ilgili olarak Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde 1275 ve 1276 tarihli iki vesika bulunmaktadır. [A..DVN. 144/67-2; A..MKT.NZD. 287/90] 

Vesika metinleri şu şekildedir:

[ I ] BOA, A..DVN. 144/67-2

Sâbık Ayasofya-i Kebîr Şeyhi Küçük Efendi Merhum’un Yedikule civârında Feyziyye Hankâh-ı Şerîfi’nin hîn-i inşâsından beri fukara ve dervişân için yevmiyye üç kıyye lahm tahsisi ve i’tâ olunmakda iken müşârunileyhin vefatı cihetiyle kat’olunarak âhire verilmiş ise de zikrolunan lahm müşârunileyhin zâtına mahsus olmayıp yalnız hankâh-ı şerîfe tahsis kılınmış olduğundan bu makûle ta’yinâtın âhire i’tâsı muğayır-ı usûl ve nizâm olduğuna ve buna ise rızâ-yı âlî-yi vekâletpenâhîleri kâil olmayacağına binâen lutfen ve merhameten mezkûr lahmin kema fi’s-Sâbık tahsisi ve i’tâsı hususuna müsa’âde-i mekârim’âde-i cenâb-ı sadâretpenâhîleri erzân ve şayân buyurulmak bâbında ve herhalde emr u fermân hazret-i men lehu’l-Emrindir.

El-Hâcc Hafız Gâlib

Yedikule civârında kâin Feyziyye hankâhına muhassas olduğu halde âhire verilmiş olan yevmî üç kıyye lahmin kema kâne hankâh-ı mezkûre i’tâsı istid’asıyla Hacı Hâfız Gâlib Efendi’nin takdim eylediği tezkire manzur-ı vâlâları buyurulmak üzere leffen gönderilmiş ve sûret-i ifâdeye göre işbu lahm ta’yini bir zâta mahsus olmayıp hankâh-ı mezkûrede bulunan bilcümle dervişân ve fukaranın it’âmına muayyen olarak bunlar ise cümle-i şayân-ı merhamet bulumuş oldukları beyânıyla icâbının icrası bâ tezkire-i sâmî emr u iş’ar buyurulmuş olmasıyle kuyûda bilmuraca’a lahm-ı ganem-i mezkûr Mâliye Hazîne-i Celîlesinden muhassas bulunmuş olduğundan ol tarafdan icra-yı icâbına bakılmak lâzım geleceği beyânıyla tezkire-i mezkûra cevâb tahriri bâbında fermân hazret-i Veliyyu’l-Emrindir.

Fi 18 C. 1275

Yedikule Civârında Feyziyye Hankâhı fukara ve dervişânına muhassas lahm ta’yini olmayıp, fakat Feyzî Efendizâde Raşid Efendi’nin yevmiyye iki buçuk Kıyye lahm ta’yini olarak vefatına mebni Hz. Hâlid civârında kâin Karyağdı Baba Dergâhı Şeyhi Mehmed Necîb Efendi’nin bâ ‘arzıhâl vâki’ olan istid’ası üzerine Yetmiş Üç senesi Şubatının Yirmi İkinci gününden i’tibâren bâ Fermân-ı Sâmî mumâileyh Necîb Efendi’ye tahsis kılındığı kayden tebeyyün eylediği beyânına cevâb tahrir buyurulmuştur.

Fi 7 M. 1276

[ II ] BOA. A..MKT. NZD. 287/90


Evkâf-ı Humayun Nezaret-i Celîlesine
Devletlu Efendim Hazretleri,

Yedikule civarında Kâin Feyziyye hankâhına muhassas olduğu halde âhire verilmiş olan yevmî üç kıyye lahmin kema kâne hankâh-ı mezkûra i’tâsı istid’asıyla Hacı hâfız Gâlib Efendi’nin takdim eylediği tezkire manzur-ı vâlâları buyurulmak üzere leffen irsâl kılınmış ve sûret-i ifâdeye göre işbu lahm ta’yini bir zâta mahsus olmayıp hankâh-ı mezkûrda bulunan bilcümle dervişân ve fukaranın it’âmına müte’ayyin olarak bunlar ise cümle-i şayân-ı merhamet bulunmuş olmağla icâbını icrası mütevakkıf-ı himem-i behiyyeleridir.

Fi 3 D. 1275

Ma’ruz-ı Çâker-i Kemîneleridir Ki,

Enmile-pîra-yı tevkîr ve tafhîm olan işbu tezkire-i ‘aliyye-i cenâb-ı vekâletpenâhîleri meâl-i ‘âlîsiyle tezkire-i mezkûre müeddaası rehîn-i îykan-ı âcizânem olarak derhal kuyûda müraca’at etdirildikde lahm-ı ganem-i mezkûr Evkâf-ı Hümayun hazinesinden muayyen olmayıp hazine-i celîle-i mâliye’den muhassas olduğu tebeyyün etmiş ve bu halde tesviye-i icâbı hazine-i celîle-i mezkûrece müteferri’ olarak tezkire-i mezkûre yine iâde ve takdim kılınmış olmağla ol bâbda emr u fermân hazret-i veliyyu’l-Emrindir.

Fi 20 Zilhicce 1275

Maliye Nezaret-i Celîlesine

Devletlu Efendim Hazretleri,

Yedikule civarında kâin Feyziyye hankâhına mahsus olduğu halde âhirine verilmiş olan üç kıyye lahmin kema kâne hankâh-ı mezkûra i’tâsı istid’asıyle Hacı Hâfız Gâlib Efendi’nin takdim eylediği tezkire üzerine Evkâf-ı Hümayun nezaret-i celîlesiyle muhabereyi şâmil olan tezkire zeyline muharrer cevâb manzur-ı devletleri buyurulmak üzere leffen irsâl kılınmış olmağla sûret-i istid’a ve iş’ara nazaran iktizâsının icrası mütevakkıf-ı himem-i behiyyeleridir.

Fi 27 Zilhicce 1275

Ma’ruz-ı Çâker-i Kemîneleridir Ki,

Mantuk-ı münîf-i emr u iş’ar-ı sâmi-yi vekâletpenâhîleriyle evrak-ı melfûfe müeddası rehîn-ı îykan-ı kemterî olarak keyfiyyet masârifât muhasebesine ledelhavâle hankâh-ı mezkûrun fukara-yı dervişânına muhassas lahm ta’yini olmayıp fakat Feyzî Efendizâde Raşid Efendi’nin yevmî iki buçuk kıyye lahm ta’yini bulunduğu halde vefatına ve civar-ı şerefmedâr-ı hazret-i Hâlid’de kâin Karyağdı Baba Dergâhı şeyhi Mehmed Necîb Efendi’nin vukû-ı istid’asına mebni bâ fermân-ı sâmî Yetmiş Üç senesi Şubatında mumaileyhe tahsis kılındığı ifâdesine dâir verilen müzekkere manzur-ı ‘âlî-yi sadâretpenâhîleri buyurulmak üzere leffen takdim kılınmış olmağla ol bâbda emr u fermân hazret-i veliyyu’l-Emrindir.

Fi 10 D. 1276

Birinci vesikada Yedikule'deki [Küçük Efendi] Feyziye Hankâhı'na mahsus iken kesilmiş olan lahm [et] tayinatının Karyağdı Baba Dergahı Şeyhi Mehmed Necib Efendi'ye tahsis edildiği belirtilmektedir.

İkinci vesikadan ise Hacı Hâfız Galib'in, Yedikule'deki Feyziye Hankahı fukara ve dervişlerine ait olduğunu iddia ettiği lahm [et] tayinatının müteveffa Feyzi Efendizâde Raşid Efendi'ye ait olduğu ve sonradan Karyağdı Baba Dergâhı Şeyhi Mehmed Necib Efendi'ye tahsis edildiği anlaşılmaktadır.

Hurûfîlik-Bektâşîlik tartışmaları

Mehmed Necîb Baba’nın tekkede bir matbaa kurup, taşbaskı [Litography] usulüyle kitaplar bastığı bilinmektedir. Thierry Zarcone ve Ekrem Işın’a göre tasavvufi hikmetlerin derlendiği “Risale-i Layihât-ı Câmi’” adlı eser bu tekke’nin matbaasında basılmış. Hatta kitabın ilk sayfasında “Maarif Nezaret-i Celîlesi ruhsatı ile Karyağdı tekyesinde Necîb Baba Efendi’nin matbaasında tab’ ve temsil olunmuştur.” şeklinde bir kayıt yeralmıştır. [Vatin-Zarcone,1995: 226-227; Işın,1997:55] Bunun dışında Necîb Baba’nın Feriştehzâde Abdülmecîd İzzeddîn’nin, Fadlullah-ı Hurûfî’nin Cavidânnâmesinin tercümesi olan ‘Işknâme-i İlâhî’sinin taşbaskısını yaptığı ve onar kuruşa sattırdığı, hatta Ramazan’da Fatih ve Bayezid camileri avlularında cüz’i bir fiyatla sattırıldığı da kaynaklarda yer almaktadır:

“Karyağdı Bektâşî Dergâhı’nda baba olan Müneccim Necîb Baba Feriştehoğlu’na nisbet olunan ve türkçe yazılmış Câvidân nâmındaki risâleyi bastırmış ve onar kuruş fiâtla satmış idi. Hatta bu risâle Ramazan eyyâmında Bâyezîd ve Fâtih Câmi’leri avlularında cüz’î bir fiât ile satıldığı manzur-ı fakîr olmuştur.” [Ahmed Sâfî, Sefînetu’s-Sâfî, III/322; Aktaş, 1999:39,144] Mehmed Necîb Baba’nın Hurûfîlerin temel eserlerinden olan ‘Işknâme-i İlâhî kitabını iki kez Litography usulüyle basması Hurûfîlik-Bektâşîlik tartışmalarını alevlendirmiştir.

Hurûfîlik, temelde Bektaşîlikle bir bağlantısı bulunmamasına karşın sonradan Bektaşîleri etkileyen Batınî hareketlerin başında gelmektedir. İran-Esterabâdlı Fazlullah-ı Hurûfî tarafından tesis edilmiş bir bâtınî harekettir. Fazlullah, mezhebini, 788/1386 tarihinde Esterabâd’ta kurmuştur. 740/1340 tarihinde Esterabâd’ta dünyaya gelen Fazlullah, Bâtınî-Kırmıtî usulünü esas alarak harflere verilen sayı ve manalarla bâtınî te’villeri pekiştirarek ulûhiyetini ilan eder.

Fazlullah-ı Esterabâdî’nin kurucusu olduğu hurûfîliğe göre varlığın zuhuru ses ile olur. Zira önce kelâm vardı. Gizli bir hazine olan Allah kendisini kelam ile gösterir. Ses ise, gayb âleminden ayn âlemine gelen, taayyün âleminde zuhur eden her varlıkta mevcut olup, canlılarda fiili, cansızlarda kuvvet şeklindedir. Sesin kemali de söz ile olur. Söz harflerden mürekkeptir. Hz. Muhammed 28 harfle konuşmuştur. Arapça ve Kur’an’da 28 harf vardır. Farsça’da ise 32 harf mevcuttur. Fadlullah’ın Cavidannâmesi ise 32 harften oluşmuştur. [Gölpınarlı, 1989; Rıza Tevfik, 1909 ]

Hurûfîliğe göre insanlar ve âlem de harflerle yaratılmıştır. Her Peygambere inen harfler kademeli olmuştur. Âdem 9 harfle, Hz.İbrahîm 14, Hz.Musa 22, Hz.İsa 24, Hz.Muhammed 28; Fadlullah-ı Hurûfî ise 32 harfle konuşmuştur. Buna göre herbir harf sayısı, her bir peygamberin konuştuğu dilin harf sayısını gösterir. Ve bunlarda, harf sayılarında tezahür eden ulûhiyettir. Hurûfîliğe göre bu peygamberler kendilerinden sonrakilerin zuhurunu müjdelemiştir. Hz.Muhammed [s.a.v] ise Fadlullah-ı Hurûfî’yi müjdelemiş. [ a.g.e ]

Fadlullah-ı Hurûfî’ye göre harfler insan vücudunda tezahür eder. Bilhassa insan yüzünün her bir vechesi herbir harfi ve ona tekabül eden sayıyı belirtir. Buna binaen, Fadl-ı Hurûfî, namaz, oruç, zekat, hacc gibi tüm hükümleri bu şekilde insan suretine sayılar ve harflere tatbik etmiştir. Yani tüm hükümler, bu harfler ve sayıları insan suretinde mevcuttur. Hurûfî, Cennet-Cehennem’i de bununla izaha kalkışır.

Hurûfîliğe göre kâinat üç devre üzeredir: Nübüvvet, İmamet, Ulûhiyyet. Nübüvvet Âdem’le başlayıp, Hz. Muhammed’le bitmiştir. Sonra Hz.Ali ile beraber imamet devri başlamış, 11.İmam Hasan el-Askerî ile nihayet bulmuştur. Mehdî olan Fadlullah-ı Hurûfî’nin zuhuru ile ulûhiyet devri başlamış, ondan evvelki bütün nebîler ve imamlar onun müjdecisidir. [ Gölpınarlı, 1989; Rıza Tevfik, 1909 ]

Hurûfîliğin amacı insanı, dolayısıyla Fadlullah’ı ilahlaştırmaktır. Kâinat mutlak varlığın zuhurudur. Bu zuhur kuvveden fiile doğru gelişmiş, melekût âleminden, tabiatlar âlemine gelmiş, göklerle tabiat ve unsurların birleşmesi, cansızlar, nebatât ve canlılar husule gelmiş, bu devir insana gelince kemale ulaşmış. Hurûfîlikte, insan kainatın göz bebeğidir. Fakat onların içinde birisi diğer bütün insanların göz bebeğidir. O da bütün kâinatın hâkimi ve âmiridir. Hz. Muhammed kendi devrinin o tek insanıdır, ondan sonra imamlar da kendi devirlerinin tek insanlarıdır. Nübüvvet devrinden sonra, imamet devri mehdî ile Kemâle ulaşır, orada da ulûhiyyet [ilahlık] devri başlar. O da Fadlullah-ı Hurûfî’dir. Yani ulûhiyyet [hâşâ] Fadlullah’tadır. [ İshak Hoca, 1290 ]

Fadl-ı Hurûfî bu yüzden Hurûfîlerce, Fadl-ı Yezdân, Fadl-ı Subhân, Fadl-ı Feyyâz, Fadl-ı Kerîm, Fadl-ı lemyezâl, Fadl-ı layezâl, Fadl-ı Hayy olarak ta isimlendirilir. Yani tüm İlâhî sıfatlarla isimlendirilerek, ilahlaştırılır. [Gölpınarlı, 1989]

Fadlullah-ı Hurûfî, yazdığı kitaba “Cavidannâme”adını vererek ulûhiyyet davasını pekiştirmeye çalışmıştır. Yani kitabına da kendisi gibi ulûhiyet sıfatı vermiştir. Hurûfî ayrıca, Kur’an-ı Kerîm’deki tüm “Fadl” kelimelerinin kendisine işaret olduğunu da iddia etmiştir.

Fadlullah bütün Şer’î hükümleri Bâtıni te’villerle kaldırmıştır, mesela ona göre 5 vakit namaz, Âdemoğlu’nun vechini müşahede etmek, görmektir. Kısacası Fadl-ı Hurûfî’nin yüzünü görmekmiş. Ayrıca bütün mukaddes kitaplar, Tevrat, İncil, Zebur, Kur’an ve Cavidân [!] insan varlığında yazılıdır. Cenab-ı Hakk, bir insanın yüzünde tezahür ve insanı temyiz eden bir kelâmdır. İnsanın yüzünde yedi siyah hat vardır: İki kaş, dört kirpik, bir saç. İnsan bu yedi hatla anadan doğduğu için bunlara “Hutût-ı Ümmiye” ana hatları denir. Bunlar hal ve mahal, yani hatlar ve yerleri bakımından hesaplanınca 14 olur. Erkekte, ergenlik zamanında ortaya çıkan 7 hat daha vardır; sağ ve sol yanlarda iki bıyık, iki sakal, bir burun hatları. Bunlara da “Hatt-ı Ebiyye” adı verilir. Bunlar da hal ve mahal itibariyle on dört olur, mecmu’u 28 eder ve Kur’an’ın 28 harfine karşılık gelir. Saç ve enfaka, istiva ile ortadan ikiye ayrılırsa sekizer olur ve toplamı on altı eder. Hal ve mahal itibarıyla otuz iki olur ki, Cavidan’ın yazıldığı otuz iki [32] harfe tekabül eder. [Feriştehzâde, ‘Işknâme, 1288]

Harfler ve hatlarla dinî emirleri tevil, bu inancı hazırlamak için kurulmuş bir metoddur. Hurûfî inancının esası, insanı ve Fadlullah-ı Hurûfî’yi Allahlaştırmaktır. 788 [1386] yılında inançlarını açığa vurup yaymağa başlayan Fadl-ı Hurûfî, birçok halife edinir. Ancak 798 [1396] tarihinde, Timur’un oğlu Miran Şah’ın emriyle hapsedilir. 796 yılının Zilka’de 6.gününde öldürülür. Cesedi iple bağlanarak, sokak, sokak, çarşı çarşı dolaştırılır. Bu zaman zarfında; Fadlullah-ı Hurûfî, Isfahan’dan Bakü’ye kadar bir alanda kendi mezhebini, inancını yayma faaliyetlerinde bulunur.

Fadlullah’tan sonra da Hurûfîler [Halife ve müritleri] takibata uğrar. Halifelerinden ünlü Şair Nesimî Halep’te yakalanarak öldürülmüştür. Diğer bir kısım halifeleri ise, Irak, Suriye ve Anadolu’ya sığınır. Özellikle Anadolu ve Rumeliyi mesken edinirler. Bir numaralı halife Aliyyu’l-A’la [Aliyyülâlâ] Anadolu’da Bektaşilerin arasına sızar. Haririzade, Muhammed Kemaleddin’in “Tibyanu Vesâili’I-Hakaik fi beyani Selâsili’t-Taraik” adlı eserinin Bektaşîlik Bölümünde Aliyyu’l-A’la’nın Hacı Bektaş tekkesindeki, Hacı Bektaş’ın torunlarının arasındaki ihtilafı fırsat bilerek bu tekkeye girip, Bektaşiler arasında Fadlullah-ı Hurûfî’nin eserleri başta olmak üzere Hurûfî eserlerini yaydığını ve sır diyerek Hurûfî düşünceleri ilka ettiğini söylemektedir. [Harirîzâde, Tibyanu’l-Vesâil, Süleymaniye [ İbrahim efendi ] Kütüphanesi, No. 430–432]

Harputlu İshak Hoca da "Kâşifu’I-Esrar ve Dafiu’I-Eşrar" adlı eserinde. Aliyyu’l-A’la’yı ve Bektaşî tekkesine sızmasını şöyle anlatır:

"Fadl-ı Hurûfî’den sonra, halifeleri firar ederek bilâd-ı Müslimîn’e münteşir olup, Millet-i İslâmiye’yi idlâl ve iğfal ile meşgul oldular. Lakin Aliyyu’l-A’la ismiyle müsemma olan halifesi Anadolu’da Hacı Bektaş tekyesine gelip inziva ederek ve Cavidân’ı -Fadl-ı Hurûfî’nin kitabı- hafiyyen ehl-i tekyeye talim eyleyerek ve “Bu tarîk, Hacı Bektaş-ı Velî’nin tarîkidir. [yolu] ”, diye beyan eyledikte, ehl-i hankâh dahi cümle cahil ve nâdân olmasıyla, muktezâ-yı Cavidân cümle teklifât-ı ilâhiyeyi [ilahi emirleri, ibadetleri] inkâr ve nefs-i emmare’nin hevâsına muvafakatı âşikâr olduğundan kabul eyleyip ve ismini sır koyup, gâyet ihfayı tenbih eylediler, ol derece ihtimam ettiler ki bir kimse dâhil-i âyînleri olup sırrı ifşâ ederse ol kimsenin katlini iltizâm ederler." [İshak Hoca, Kâşifu’I-Esrar, 1290: 4-5]

Aliyu’l-A’la’nın Bektaşîliğe ne derece sızdığını bilemeyiz. Özellikle Hacı Bektaş tekkesindeki konumu konusunda da elimizde yeterli bilgi mevcut değil. Gerçi, onun Kıyâmetnâme ve Tevhîdnâme adlı kitapları Bektaşîlerin bir bölümünde okunagelmiş, ancak Hurûfîliğin tüm Bektaşileri etkilediği yolunda, Harputî İshak Hoca’nın iddialarına karşı Hurûfîliği red eden Alevi-Bektaşi eserleri mevcuttur. Buna karşın, Bektaşilerin bir bölümünün Hurûfîliğe meylettiği, bir kısım Hurûfîlerin de Bektaşilik perdesi altında faaliyet gösterdiği de bir gerçektir. [ Birge, 1965]

Fadlullah-ı Hurûfî’nin İran’dan kaçan halife ve müritleri Anadolu içinde yoğun bir faaliyet içine girdikleri gibi, hurûfîliği yayan bir çok kitap ve risalede yazarlar. Bunlar önceleri Farsça iken, sonraları, Türkçe risaleler de kaleme alırlar. [Bu konuda bkz. Müfid Yüksel, Bektaşîlik Ve Mehmed Ali Hilmi Dedebaba, 2002:126–140]

1241/1826 tarihinde, Yeniçeriliğin kanlı bir şekilde lağvedilmesinin ardından, bu askeri ocağın bozulmasındasn Bektâşîliği sorumlu tutan Osmanlı Devlet erkânı, Bektâşîlere yönelik bir tenkil hareketine girişirler. Bu meyanda Bektaşî tarikatı tümüyle yasaklanıp, tüm tekkeleri elllerinden alınır, çıkan fermân-ı hümâyun mucebince son 60 yılda inşa edilmiş Bektaşî tekaya ve zevayası mezarlarına dokunulmamak üzere yıktırılır. Bir kısım Bektaşî babaları idam edilir diğerleri ise çeşitli yerlere sürgüne gönderilir. Ardından sıkı bir takibat uygulanır. Sultan II.Mahmud’un ölümüne kadar [1255/1839] amansız bir şekilde uygulanan takibat sonrasında 1288/1871 tarihinde Mehmed Necîb Baba’nın bu Hurûfî kitabını iki kez basması Sultan II. Mahmud döneminin ardından ikinci bir gerginliğe neden olur. Dönemin ünlü ulemasından, mevâliden ve meclis-i ma’ârif a’zâsından Harputlu İshak Hoca Bektâşîler aleyhinde “Kâşifu’l-Esrar Ve Dâfi’u’l-Eşrar” adlı ünlü eserini yayınlar. Bu eser kamuoyunda büyük bir yankı uyandırır. Kitap, Bektaşîleri din dışı ve dinsiz olarak niteler. Harputlu İshak Hoca’nın kitabı şu şekilde başlar:

“Elhamdu Lillâhi Rabbi’l-‘Alemîn Ve’s-Salâtu Ve’s-Selâmu ‘Ala Resûlihi Muhammedin Ve Alihi Ecma’în. Ve Ba’d Ma’lum ola ki, ehl-i İslâmı idlâl ile meşgul olan tavâifin en başlıcası tâife-i bektâşiyân olub, hâlbuki, bunların akvâl ve ef’allerinden ehl-i İslâm’dan olmadıkları ma’lum ise de bin iki yüz seksen sekiz [1288] tarihinde bütün bütün izhâr eylediler..” [İshak Hoca, Kâşifu’l-Esrâr, 1290/2]

Bektaşîleri hurûfî olarak nitelendiren ve bu yönde saldırılar sergileyen , İshak Hoca, kitabının bazı yerlerinde Bektaşî babalarıyla ilgili bir takım rivayetlere ayırdığı bölümler dışında, kitabının tümünü hurûfî cavidânlarının uzun uzadıya eleştirisine ayırır.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İshak Hoca’nın “Kâşifu’l-Esrar” kitabının yayınlanması gerek Bektâşî gerekse, diğer kesimler de büyük yankı uyandırır. İshak Hoca, Bektaşilerin Esrarını ifşa ediyorum diye aslında tümüyle Bektaşilik diyerek Hurûfîliğe saldırır. İshak Hoca’nın bu ünlü eseri birkaç defa basılır. Herkes bu kitaptan, Bektaşilerin sırrını çözdü diye birer tane edinir. Bu olayı; Ahmed Rıfkı, “Bektaşi Sırrı” adlı eserinde şöyle açıklar:

1290 [1873] tarihinde ‘Ulema-yı asırdan olup 1309 [1892] da vefat eden Harputlu Hoca İshak Efendi [Kâşifu’l-Esrar ve Dâfi’u’l-Eşrâr] nâmında bir kitap neşreder.

Nâmının büyüklüğü, Sahib-i eserin o zamanlar Matbuât-ı Osmaniye erkânından bazıları hakkındaki i’tirazât ve Muvaffakiyâtı eserin az zaman içinde intişârını te’min eder. Herkes merak içinde bu kitaptan birer tane edinir. Fakat matlûb olan Bektâşilik sırrı halolunamadıktan başka, ortaya bir de Cavidân ve Hurûfîlik meselesi karışır. Herkesin fikri galatât girdaplarına düşer. Eskiden gâye-i tedkik yalnız Bektâşilik iken Şimdi mesele çatal kazık olur. Çorbaya döner. Hoca Efendi Merhum, herkesin fikrini işgal eden bu meselenin hallini arzu etmiş, halka nef’i olur mülahazasıyla bu kitabı yapmış. Fakat yanılmış. Çünkü: nazar-ı tedkikini Bektaşilikten ziyade, Bektaşilikle hiçbir münasebeti bulunmayan Hurûfîliğe atfetmiş. İkiyüz sahifelik kitabı yalnız Hurûfîlerle, Hurûfîlerin eserlerine, bahusus Cavidân ve emsâli te’lifâta, hasrederek i’tirazât ve tenkidâtını onun üzerine yürütmüştür. [Ahmed Rıfkı, Bektâşî Sırrı,1325:1/6-7]

Aslen Harputlu olan İshak Efendi, Medrese tahsilinden sonra, Dâru’l-Ma’arif mektebinde muallim olur. Ardından Meclis-i Ma’ârif a’zâlığına getirilir. Bilahare Mekke mollası da olan İshak Hoca, İstanbul pâyesiyle kırk yıl kadar Evkâf müfettişliği vazifesini yürütür. Hristiyanlığın reddi mahiyetinde Kitâb-ı Mukaddes’in eldeki nüshalarını eleştiren, “Şemsu’l-Hakîka“ ve “Ziyâu’l-Kulûb“ adlı eserlerini yayınlar. Bunların yanısıra, “Es’ile-i Hikemiye“, “Miftâhu’l-‘Uyûn“, “Zübde-i ‘İlm-i Kelâm“, “Es’ile ve Evcibe“ ve Bektâşilik aleyhindeki ünlü “Kâşifu’l-Esrâr ve Dâfi’u’l-Eşrâr“ adlı eserleri de basılmıştır. İbn Sina’nın meşhur “Şifa“ kitabının “İstişfa“ adıyla tercümesi ise basılmamış olup yazma halindedir. Harputlu İshak Hoca 13 Ramazan 1309/1892 tarihinde vefat ederek, Fatih Camii haziresine defnedilmiştir. Harputlu İshak Hoca’nın mezar taşında şu kitâbe bulunmaktadır:

yâ erhammerrâhimîn

‘Ulemâ-yı ‘Amilîn Ve müellifîn-i
Kirâmdan Harpûtî meşhûr
Hâce İshak Efendi’nin
Ruhiyçun Fatiha

Sene 1309
Fi 13 Ramazan

Mezar lahdinin üzerinde ise şu kitâbe yazılmıştır:

Mü’minlerin muhibbi, Dinsizlerin Nâsihi Şemsu’l-Hakîka ve Ziyâu’l-Kulûb gibi
Birçok te’lîfât-ı dîniyesiyle şöhret-endâz-ı âfâk olan
Merhum Müşarunileyh dostuyla dost olup, düşmanıyla uğraşan
"Kul Efendisinin kapısından ayrılmaz" der idi.

1288/1871 tarihinde, Cavidannâme’nin Feriştehzâde Abdülmecid İzzeddin tarafından yapılan ’Işknâme-i İlâhî adlı tercümesinin iki defa taş-baskı olarak yayınlanmasının ardından, Harputlu İshak Hoca 1290/1873 yılında bunu bahane ederek Bektâşiliğe saldıran ünlü “Kâşifu’I-Esrar”ı yayınlaması, bir kaç kez basılıp, şöhret bulması büyük yankılar uyandırdığı gibi; Bektâşî topluluğuna karşı yeniden halk içinde infial uyanmasına neden olur. Bunun üzerine bazı Bektâşî Baba ve Şeyhleri, bu kitaba reddiyeler, savunmalar kaleme alırlar.

İlk olarak, Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergâhı postnişîni Mehmed Ali Hilmî Dedebaba “Kâşifu’I-Esrar”a bir redddiye kaleme alır. “Bektâşî Sırrı” adlı kitabın yazarı Ahmed Rıfkı’ya göre kitap baskıya girmez, yazma olarak kalır. Ancak, yaptığımız araştırmalar sonucunda Süleymaniye Kütüphanesi İzmirli İsmail Hakkı bölümü 1228 numarada kayıtlı yazma bir nüshasını tespit etmiş bulunmaktayız. Bu eserin microfilm ve CD kopyalarını alarak tetkik ettik.

"O zamanlar bu kitaba Tarikat-ı Bektâşiyye müntesiplerinden Ahmed Rif’at Efendi cennet-mekân tarafından Salifu’I-‘Arz “Mir’atu’I-Mekasid fi Def’il-Mefasid” ismindeki kitap yazılmış ve 1293’te tab’ dahi edilmiş. Ve bilhassa Merdivenköy Dergâh-ı Şerîfi postnişîn-i sâbıkı Mehmed Ali Hilmî Dedebaba merhum tarafından yazıldığı rivâyet olunan reddiye kisve-i tab’a girmedikten başka bir çok İhvân-ı safânın dahi manzuru olmamıştı." [Ahmed Rıfkı, Bektâşî Sırrı, 1325:1/113]

Ahmed Sâfî bey’in, "Sefînetu’s-Sâfî" adlı eserinde de bu reddiyeden söz edilmektedir:

"Sadrazam Şirvânî Mehmed Rüşdî Paşa’nın sadaretinde hâce İshak Efendi bu matbu risâleyi [‘Işknâme] esas ittihâz ederek Kâşifu’l-Esrâr ve dâfi’u’l-Eşrâr nâmıyla Bektâşîler aleyhinde bir risâle yazarak neşr eylemiş ve bu risâlenin meâline bakılır ise erbâbına ma’lum bir hakîkattir. Hâce Efendi Câvidân’ı okumadığı ve çünkü Câvidân’ın miftâhı [her ne kadar miftâhını elde ettiğini risâlesinde iddia eylediği halde] eline geçmemiştir.

Rüşdî Paşa’nın sadâretinden infisâlinden sonra Kâşifu’l-Esrâr risâlesine karşı Bektâşîler de [... ] nâmıyla bir reddiye yazmışlar idi. Bu reddiye Nerdibân karyesindeki Bektâşî Dergâhında baba olan Mehmed Ali Hilmî Dedebaba’nın âsâr-ı kalemiyyesinden olduğu rivâyet olundu. Bu risâlenin yazılması siyâsiyât ile taalluku olduğu anlaşıldı." [Ahmed Sâfî, Sefînetu’s-Sâfî, 321-322; Aktaş, 1999.144]

Bastığı kitaplarla yukarıda değindiğimiz tartışmalara hatta gerginliklere yol açan Mehmed Necîb Baba 28 Şubat 1291 Rumî /12 Mart 1875 Milâdî tarihinde vefat etmiş olup, kabri dergâh haziresindedir. Mehmed Şemseddîn’in “Bursa Dergâhları” adlı eserine göre, Mehmed Necîb Efendi’ye, Karyağdı Baba tekyesinin yanısıra, Bursa’da bulunan Abdâl Murâd zâviyesi ve Mir-i Büdelâ dergâhlarının da şeyhlikleri tevcih edilmiş:

"Mumaileyh [Dervîş İbrahîm Bin Ali] Efendi 1284 hududunda vefat etmekle bundan sonra Dersaâdet’de Karyağdı Baba Dergâhı şeyhi Necîb Baba Efendi’ye Mîr-i Büdelâ Dergâhı meşihatiyle beraber tevcîh olunarak mumaileyhin 1296 [Doğrusu 1291 olmalı-Müfid Yüksel] tarihi hududunda vefatı vukû’ bulmağla Sâlifu’z-Zikr Şeyh Kâsım Efendi’nin kerîmezâdesi Mehmed Efendi’ye 8 Zilhicce sene 1296 tarihinde bi’t-Tevcîh berâtı istihsâl olunmuştur." [Mehmed Şemseddîn, 1997:266]

ŞEYH NECİB BABA

Açıkbaş [Ahmed Efendi] merhumun Bâdırga’ya naklinden sonra zâviye-i mezkûre [Mîr-i Büdelâ Dergâhı] ile Abdal Murâd türbe ve zâviyedârlığı Dersaâdet’de Karyağdı’da tarîk-i Bektâşî meşayihinden Necîb Baba bin Mehmed ‘Arif Efendi’ye tevcîh olunmuş.

Mumaileyhin 1296 [1291 olmalı-M.Yüksel] tarihinde vefâtında oğullarının nâehil olmalarıyla beraber ‘adem-i taleblerine mebnî Abdâl Murad türbedârlığı ve meşihatı şeyh-i sâbık Kâsım Efendi’nin hafîdi Mehmed efendi bin İbrahîm’e 18 Zilka’de 1296 tarihinde tevcîh olunmuş ise de zâviye-i Mîr-i Büdelâ kimseye tevcîh olunmayarak mahlul kalmış, bilahare meşâyih-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyye’den Eş-Şeyh Osman Necmuddîn Efendi’ye 10 Safer 1304 tarihinde tevcîh olunarak usûl-i hâlidî icrasına başlanılmıştır. [Mehmed Şemseddîn, 1997:492]

Mehmed Necîb Baba’dan sonra ise S.Nüzhet Ergun’a göre yerine oğlu “İhlasi” lakaplı Mehmed Baba bir müddet dergah postnişinliği yapmıştır. S.Nüzhet Ergun’a göre 1315/1897'de vefat etmiş olup dergah haziresinde gömülmüştür:

İhlâsî

“Karamürsellidir. Asıl ismi Mehmed, Mahlası İhlâsî’dir. Halk arasında Tokmak Baba diye şöhret kazanmıştır. Bağ ve zeytinlikleri ile meşgul olurdu. Her gördüğü kimseye sürek olsun çörek olsun, Ehl-i Beyt’i seven olsun dermiş ki bu söz İstanbul Bektaşîleri arasında darb-ı mesel hükmüne geçmiştir. Eyüp Sultan’da Gümüşsuyu’nda kendi babasının postnişîn olduğu Karyağdı Baba tekkesinde bir müddet babalık etmiştir. H.1315 [M.1899] tarihlerinde vefat ederek mezkûr dergâha defnolunmuştur.” [Sadettin Nüzhet, Bektaşî Şairleri, 1930:186-187; Ergun, 1956:217]

İhlâsî Baba ve O'nun dergâhta postnişînlik yaptığına ilişkin başkaca hiçbir kaynakta bilgiye ulaşamadığımız gibi, dergâh haziresinde yaptığımız araştırmada bu zâtın kabrine de rastlayamadık. 

Hâfız Mehmed Salih Baba

Daha sonra dergâh postnişînliğine Hâfız Baba lakaplı Hâfız Mehmed Salih Baba geçmiştir. İstanbullu ve 1263/1847 doğumlu olan Hâfız Mehmed Salih Baba medrese tahsili yapmış olup Eyüp’te İdris Köşkü yakınlarında bulunan Zeynep Hatun [Kürt ulemasından İdris-i Bitlisî’nin eşidir] Camiinde imamlık yapmıştır. Hatta Hâfız Salih Baba bu camide imamlığı, başında Bektaşi fahri ile yaptığından Şeyhülislam’a şikayet edilmiş. Şeyhülislam da cevaben «İyi ya daha ne istiyorsunuz? O adam, “Bektaşiler namaz kılmaz” diye şayi olan rivayetin asılsızlığını isbat ediyor.» demiş [Sadettin Nüzhet, 1930:129] 1307/1890 tarihli Bandırmalızâde Ahmed Münîb Efendi’nin Mecmua-i Tekâya’sında da dergâh şeyhi olarak Salih Baba gösterilmektedir [Bandırmalızâde, 1307:15] 29 Kânun-ı Sânî 1332/11 Şubat 1917’de vefat eden Hâfız Mehmed Salih Baba’nın mezarı tekke haziresinde olup Bektaşi sikkelidir. “Bektaşi Sırrı’nın 2. Cildinde de Hâfız Baba, dergahın mevcut postnişîni olarak kaydedilmektedir. [Ahmed Rıfkı, 1327-28:2/124] Hâfız Salih Baba’dan dolayı dergâh’ın adı birçok kaynakta “Hâfız Baba Dergâhı” olarak da adlandırılmıştır.

Hâfız Salih Baba 29 Kânun-i Sânî 1332/11 Şubat 1917’de vefat etmiş olmasına karşın, 1334/1918 tarihli “Tekâya ve Merakizi Defteri”nde dergâh şeyhi olarak “Şeyh Salih Efendi” ismi yer almaktadır. [Albayrak, 1996: 5/24,42] Hâfız Salih Baba’nın ölümünden sonra Dergâh postnişînliğinin bir süre münhal [boş] kaldığı anlaşılmaktadır. 9 Ocak 1925’e kadar 8 yıl münhal kalan dergâh postnişînliğine Hacı Bektâş Dergâhı’ndan [Pîrevi] verilen bir icâzetnâme ile tekkelerin seddinden evvelki son postnişîn olan Tatar Yaşar Baba tayin olunmuştur.

Yaşar Baba’ya Hacı Bektâş Dergâhı’ndan Karyağdı Baba Dergâ-ı Postnişînliği için verilen 13 Cemaziyelâhir 1343/ 9 Kânun-i Sânî 1341 [9 Ocak 1925] tarihli İcâzetnâme:

Huve’l-Mu’în

İnnehu min Suleymâne ve innehu
Bismillâhirrahmanirrahîm

El-Hamdu lillâhi’l-lezî hedâna li haza ve ma kunna nehtedi levlâ en hedânellah vema tevfîki illa billâh, ve Huve Hasbuna ve ni’me’l-vekîl. Elhamdu lillâhi’l-lezî hedâna il Tarîki’l-Enbiyâ ve’l-Murselîn Ve en’amena ni’mete’s-Sulûk fi Mesleki’l-Evliyâ ve’l-Mukarrebîn ve Zeyyene’s-Semâe Sudûri’l-‘Arifîn bi Kevâkibi Esrâri’l-Hakâik ve’l-‘İrfân ve nevvere Mişkâte Kulûbi’s-Sâlikîn bi Envâri’l-Hidâyeti ve’l-İkân ve Sallallahu ‘Ala Resulina Muhammedini’l-lezî erşedena ila Tarîki’l-Hakki ve’l-Yakîn. Ve eddebena bi Adâbi’ş-Şer’i’l-Mubîn ve ‘Ala Alihi’l-Eşhâr ve ‘Ala Eshabihi’l-Ahyâr ila Yevmi’d-Dîn. Amma Ba’d,

Ol Server-i Kâinat ve ol Mefhar-i Mevcudât Resulu’s-Sakaleyn Ve Hüden Rahmeten Li’l-‘Alemîn, Habîb-i Hüdâ Şefi’-i Rûz-ı Cezâ Cenâb-ı Hazret-i Muhammedini’l-Mustafa Sallallahu Ta’âla ‘Aleyhi Vesellem Efendimiz’in Ravza-i ensab-ı mutahharalarında perverişyâb olup pişvâ-yı tarîkat ve rehnümâ-yı Hâdî-yi hakîkat olan Hayru’l-Beşer, Sâki-yi Kevser Esedullahi’l-Ğâlib Aliyibni Ebî Tâlib Kerremellahu Vechehu Ve Radiyallahu ‘Anhu Efendimiz Hazretlerinin Hadîka-i Sülâle-i Hâşimiyyelerinde teferru’ eden şecere-i mübareke-i nurânînin semerât-ı hidâyet-âyâtından ve merkez-i ma’mûre-i hâkda gavs-ı a’zam ve Kutbu’l-Aktâb olan heykel-i nurânî sıır-ı Subhânî pîrimiz Efendimiz Es-Seyyid Muhammed Hünkâr Hacı Bektâş-i Velî Kuddise Sirruhu’l-‘Alî Vel-Celî Hazretlerinin tarîkat-ı ‘aliyyesine müntesip ve rişte-i irâdetlerine müte’allik ve merbut olan ‘âşıkân, sâdıkân, Muhibbân, dervişân-ı hakîkat-nişânların ma’lumları olsun ki,

Bu def’a münhal kalan İstanbul’da Karyağdı Dergâhı postnişînliğine sîret-i hâli ve iktidâr-ı kemâliyle ma’ruf ve evsâf-ı memduha-i matlube ile mavsuf ve mücerrebu’l-Etvâr Yaşar Baba’nın ik’adına hasbe’t-Tarîka ruhsat ve icâzet verilmesi hakkında mahallî muhibbânı taraflarından gönderilen mektub vâsıl ve mefhumuna ittılâ’ımız....oldu. Mü’minlerin tahsîn eyledikleri şey ‘İndallah müstahsendir. Meâlinde vârid olan hadîs-i şerîfe imtisâlen bizler dahi mumaileyh Yaşar Baba’nın Şeri’at-ı Muhammediyye ve Tarîkat-ı Ahmediyye erkânının icrasına dikkat ve sırât-ı müstakîmden ser-i mû inhirâf etmemeğe ve âdâb-ı tarîkatla müeddeb ve mühezzeb-i himmet ve âyende ve revendeye hüsn-i nazarla hizmet ve Bihamdillahi Ta’âla vatan-ı ‘azîz-i mukaddesimizi tahlîs eden gâzi-yi bîmedânî Mustafa Kemâl Paşa hazretleriyle rufeka-yı kirâm-ı mücahedetlerinin himmet ve şeca’at-ı Haydarâneleriyle müessis-i devlet-i cumhûriyyemizin mâdâmi’l-.... hükümrân şân ve celâdet ve sa’adet-i ebediyye ile mazhâr-ı i’âne-i ruhâniyye-i cenâb-ı sa’âdet buyurulması da’avât-ı mafruzasına Evkât-ı Hamse'de [Beş Vakit Namaz-M.Yüksel] müdavemet Ve’l-Hâsıl zâhir ve bâtın müstahsen hareket etmesi me’mulümüz idiğinden, zâviye-i mezkur[e] postuna ku’ûd ile muhibbân, ‘âşıkân, sâdıkânın hidemât-ı ma’neviyye-i ma’lumelerini ifâ ile beraber kendisinden yed tutup ikrâr-bend olmalarına ruhsat ve Bâbâ-yı mumaileyhe işbu İcâzetnâme Dergâh-ı Feyz-iktinâh-ı Hazret-i Pîrî’den verildi.

Cümlenizin ma’lumu olsun! Ve İcâzetimize İ’timâd kılınsın! Vesselâmu ‘Ala Men İttabba’a’l-Hüda.

13 Cemaziyelâhir/Sene 1343 Ve 9 Kânun-i Sânî/Sene 1341

Hâdimu’l-Fukara Postnişîn ve Türbedâr Be Dergâh-ı Hacı Bektâş-i Velî [Mühür]
El-Fakîr Atacı Baba Be Dergâh-ı Müşarunileyh [Mühür]
El-Fakîr Ekmekçi Baba Be dergâh-ı Müşarunileyh [Mühür]
El-Fakîr Aşçı Baba Be dergâh-ı Müşarunileyh [Mühür]
Hanbağı Be Dergâh-ı Müşarunileyh [Mühür]
Dedebağı Be Dergâh-ı Müşarunileyh [Mühür]
Mihmandâr Be dergâh-ı Müşarunileyh [Mühür]
[Birge, 1965: 248-250]

Tatar Yaşar Baba hem dergâh’ın son postnişîni, aynı zamanda en renkli kişiliğidir.

Yaşar Baba hakkında en kapsamlı bilgiler Cemaleddin Server Revnakoğlu’nun makaleleri ve günümüzde Galata Mevlevîhânesi’nde bulunan zengin arşivinde yer almaktadır.

Revnakoğlu, Yaşar Baba hakkında şunları yazmaktadır:

Yaşar Baba

Kıyâm Reisi-Zâkir Başı
Hanende-Mevlidhân-Mersiyeci
Sünbülî Dervîşi-Kâdirî Dedesi-Rifa’î Halifesi
ve nihâyet Bektaşî Şeyhi

Dinî, ruhânî ve uhrevî bir müessese olmaktan ziyâde, halkın içinden doğmuş, halkın ruhuna uymuş, insanî, ictimaî bir tarikat olan Bektâşîliğin içinde ve tarihinde isim yapmış veya bir yönden tanınmış değerli şahsiyetler hakkında şimdiye kadar derli toplu ve esaslı bir inceleme yapılmış değildir.

Tarikat ve tasavvuf tarihi bakımından lüzumlu olduğu halde henüz ciddi bir şekilde ele alınmamış bulunan bu konunun aydınlanması pek gecikmiştir. Yazılması lâzım gelenlerden çoğunun zamanla unutulması hatta kaybolması ihtimali bile vardır.

Vaktiyle 'İstanbul Tekkeleri Tarihi' isimli eserimizi yazarken bu lüzumu da düşünmüş, Bektaşîlik’de şöhret sahibi olmuş eser vererek büyük küçük bir iz bırakmış kimseleri de diğer Tarikat büyükleri gibi ayrıca tesbît eylemiştik.

Bir kısmını yakından tanıdığımız, bir kaçını iyi bilenlerden dinlediğimiz bu simâları, sırası geldikçe birer birer yazacağız.

Şimdi son yılların en çok tanınmış bir Bektaşî babası olan, eski Kıyâm Reisi, Zâkir Başı Tatar Yaşar Baba’dan başlıyoruz. İstanbul’da çok gelişmiş bir bakıma mektepleşmiş olan klasik tekke musikimizde geniş şöhrete erişmiş nâmlı Zâkirbaşıların başında gelen Yaşar Baba, bu sahanın son zamanlarda gerçekten pek kudretli simâlarından ve tam manasıyla “Büyük Üstâd” larından biri olarak tanınmıştı.

Bu yüzden her yerde sevgi ve rağbet görür, her zikir meydanı, her dergâh kendisini hasretle beklerdi. Tekkelerin son gününe kadar bu değerini kaybetmedi, kimse onun yerine oturamadı.

Kıyâm zikrinde pek ustaca olan Reisliği, Zâkirbaşılığı, hele icra kudreti hayret verecek şekilde birbirinden son derece üstün ve azametliydi. Çeşitli besteleriyle, kafasında taşıdığı binlerce Şuul, Durak ve İlâhî hazinesinin zenginliği ölçülemiyordu O derece eşsiz ve benzersizdi. Bu yüzdendir ki hiçbir Zâkir, Zâkirbaşı, Hânende ve Musikişinas, onunla baş edemedi, boy ölçüşemedi.

“Baba”nın asıl adı Yaşar Aşkî idi. Hiç kullanılmayan bu isim, yalnız âilesi büyüklerinin hafızasında hâtıra olarak kalmıştı. Herkes her yerde onu “Yaşar Baba” diye tanırdı.

Çocukluğu, Tekke çevresi içinde geçti. Tarikat ve Tasavvuf terbiyesi altında büyüdü. Bu münasebetle pek genç yaşında birkaç tarikata girip çıktı. Hepsinde birer parça oyalandı, uyandı zarfı yırttı, nihayet neş’eli mizacına, yaradılışına uygun bulduğu Bektaşîlik’te karar kıldı.

Yıllar önce kendisinden sonra da kendisini yakından tanıyanlardan tesbit etmiş olduğuma göre, Yaşar Baba Erenlerimiz aslında Karadeniz Ereğlisine bağlı Alab bucağı yerlilerinden, “Alablılar” ailesinden ve Hatîbzâdeler soyundandır. Kökü Tatar Türklerine dayanır.

Bu ailenin en yaşlı rüknü olan zamanının esnaf kethüdası Hacı Hâfız Halil Efendi’nin büyük oğlu idi.
Hacı Hâfız Halil Efendi’nin babası Manavcı Ahmed Ağa da hâfız idi. Kırk yaşından sonra Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyip mukâbele okumuş, câmi ve tekkelerde hatimle terâvîh kıldırmıştır. [Müfid Yüksel]

Kendisine Tatar Yaşar Baba denilmesi –umulabilir ki bu yüzdendir- zâten, içinden gülen ve şehlâ bakışları içinde zekâ parıldayan küçücük gözleri, kösemsi sakalı ve yüz çizgilerinin bütünüyle tam bir Türkistânlı’yı ve Tatar tipini hatırlatırdı. Bundan dolayı kendisine Tatar Yaşar denildiği halde doğma büyüme İstanbullu idi. Eğrikapı -Molla Aşkî- taraflarında dünyaya geldi. Çocukluğu, gençliği hep buralarda geçti.

Musikîde isim yaparak ortaya çıktıktan sonra başlayan hayatı, önce Fethiye, Dırağman ve Balat’da, daha sonra Eyüp’te devam ederek nihâyete erdi.

Babasını küçük yaşta kaybetmiş bulunduğundan tahsilini bitiremedi. Hayatını kendi emeği ile kazanmak zorunda kaldı. Süleymaniye’de bir dökmeci ustasının yanına girdi. Divitçi çıraklığı etti. Bu sıralarda hıfza da başlamıştı. Balat [Ferruh Kethüda], Meydancık [Hoca Kasım Günânî], Molla Aşkî câmilerinde pîr aşkına “Ezânlar” okuyor, salâlar veriyor, içeride müezzinlik ediyor, fırsat buldukça Tevşîhli Mevlidlerde İlâhî okuyanların yanına ilişerek kendisinde yavaş yavaş belirmeye başlayan temâyül ve istidâdını geliştirmeğe çalışıyordu. Nihâyet, musiki aşkı, bilhassa klasik ma’bed musikimize karşı duyduğu derin alâka, gün geçtikçe arttı ve onu ister istemez zamanın üstadlarının meşklerinde bulunmağa sevketti. Önce komşusu Mahzen-i esrâr-ı musiki ve serhânende-i Hazret-i Şehriyârî denilmekle tanınmış Muallim İsmail Hakkı Bey’den sonra Balat'da Sünbüliye tarikatından Ferruh Kethüda Tekkesi postnişîni, âlim, ârif bir zât olan Durakçı ve Mi’daciyeci Şeyh Hâfız Kemâleddin Efendi’den meşk’e başladı. Daha sonra meşhur Turşucu Hâfız’a geldi. Ondan da bir hayli feyizlendi. Ayrıca yine bu yolun üstâdı Deli Es’ad’tan bir çok Şu’ûl, Durak ve İlâhî geçti. Bunlarla da kalmayarak zamanın büyük şöhretlerinden Balat Meydancık [Hoca Kasım Günânî] cami’i imamı ve zâkirler zâkiri Hâfız Hasan Tahsin Efendi’ye başvurdu; onun talebe ve çırakları arasına karıştı.

Balat İmamı kimdi?
Balat çevresinde Sultanhamamı’nda, Meydancık mahallesinde asıl adı Hasan-Hüseyin mescidi olan Hoca Kâsım Günânî câmi’i şerîfinin imam ve hatîbi Hâfız Mehmed Saadeddîn Efendi’nin oğludur. Annesi Afîfe Hanım idi. Babasından sonra kendisi de vefatına kadar bu Câmi’i şerîfin imamlığında bulunduğu için “ Balat İmamı” diye tanınmıştır. Sayısız talebe yetiştirmiş, bunlardan birçoğu, sonradan şöhret yapmışlar, onlar da kendi ayarlarında zâkir yetiştirmeğe muvaffak olmuşlardır. Bundan dolayı sahasında bir mekteb sahibi bulunan Hasan Efendi’ye “Üstâz-ı Küll” derlerdi. 28 Temmuz 1328 Salı günü akşamı, Balat’ta karakolun karşı köşesindeki kuru kahveciden kahve alır iken birden fenalaşıp vefat etti. Edirnekapısı dışında Halebî çevresinde babasının kabri içine konuldu. Tam 63 yaşında idi. [Müfid Yüksel]

Meşk arkadaşı rahmetli babacığımla beraber Balat İmamı’nın derslerine aşkla, şevkle geceli gündüzlü devam ettiler. Hevesli çocuk zengin istidâdı sayesinde hemen göze çarpar bir hâl almış, talebe arasında bir kıymet olarak parlamağa başlamıştı. Az bir zaman içinde devrin büyük üstâdı Balat İmamı’nda Zâkirbaşılık icâzetnâmesi almağa muvaffak oldu. Genç yaşta bu şerefi kazandı. Fakat, hocasına saygısından, terbiye ve tevâzu gösterip, onun hayatında Zâkirbaşı postuna oturmadı. Geldiği ve getirildiği tekkelerde ancak onun karşısında Peyrev [yardımcı] olarak zikri idareye çalışırdı.

Üzerinde ayrıca, Kıyâm Reisliği de vardı. Bunun usûle göre törenle verilen izin Fatiha’sını daha önceden almıştı. Bu itibârla İstanbul Kıyâmî tekkelerinde uzun zaman Kıyâm Reisliği yaptı. Meselâ, ihtişamlı, coşkun zikirleri ve usta zikircileri ile zamanında ün salmış Kubbe Tekkesi’nin kıyâm reisliğini uzun yıllar en mükemmel şekli ile idare ve ikâme etti. Tekke’nin Kubbeliler ismi ile tanınmasında büyük bir âmil oldu.

Burası aynı zamanda onun kendi tekkesi olduğundan zikre girilmeden önce ve sonra Şedd kuşanıp, hizmete soyunup Feyz Kapısı’nda Meydan Nakibliği de ediyordu.

Yaşar Baba, Gülşenî Savtları’nı da iyi bilirdi. Mi’raciye bahirleri gibi iki kişi ile birlikte okunulan ve bir adı da Tapu Savtı olan; ayrı bir usûlde bestelenmiş bu İlâhîleri elde etmek için mahallesindeki Gülşenîhâne’ye bilhassa devam eyledi. Tekkenin postnişîni Hasan Sezâî Efendi’nin kardeşi Zâkir İsmail Efendi’nin meşklerinde bulunup Savtlar’ı ondan geçti.

Bu şekilde yıllarını harcayarak, ne lâzımsa öğrenip, ortaya çıkan Yaşar Baba’nın yukarıda yazdığımız gibi Kıyâm Reisliği, Zâkirbaşılığı en başta gelmek üzere Devrân yürürken bir düzine İlâhî atmasından Mevlid, Mersiye ve Durak okumasına ve hatta kendisinden hiç umulmadığı halde, Ramazan’da mihrâba geçip Terâvîh namazı kıldırmasına, Mahfil veya Maksure’de müezzinlik etmesine kadar hepsi biri birinden tertipli, ustalıklı ve bir başka güzellikte idi. Musikide nazarî bilgisi pek esaslı ve etraflı olmamakla beraber hiç gözden kaçmayan icra kudretine yetişilemiyordu. Baba’nın bu eşsiz tarafına, onu yetiştiren hocaları bile imreniyorlardı.

İstanbul tekkelerinin gözbebeği ve tekke musikisinin bir tanesi sayılması sebepsiz değildi.

İlâhî aşkın, tasavvufun zamanında ilk büyük mektebi ve klasik musikimizin biricik konservatuarı sayılan eski dergâhların, dergâhlara mahsus zikir âlemlerinin hakikaten yüzünü güldürmüş adamdır.

Yaşar Baba’nın Erenler Meydanı’nda bir görünmesi, zikrin zevkini artırır, herkese bir başka coşkunluk getirirdi.

Öteden beri bu işin üstâdı bilinen eski zâkirler, zâkirbaşılar onun bılunduğu yerde bu sebeple zikri açmazlar, yanına İlâhî atamazlar, onun usûl ve tertibinden dışarı çıkamazlardı. Meşk hocaları bile unuttuklarını tamamlamak için Yaşar Baba’ya gelirlerdi. Kezâ, yıllarca ve def’alarca Meydan açmış, Devrân sürmüş, zikir şekillerinin her türlü usûl ve erkânına vâkıf, kıdemli Şeyh Efendiler, Yaşar Baba’nın idaresi altında yürüyen Mukâbele ve Ayîn-i Şerîflere ufacık bir müdahalede bulunmaktan çekinirlerdi.

Zikrin usûl ve âhengini bozmamak için, kıyâm olsun devrân olsun, Meydan’da herşeyi tamamen ona bırakırlardı.

Yaşar Baba’nın klasik tarzda okuduğu Mevlid ve Mersiyeler de ayrı bir hususiyet taşırdı. Bunlar onun ağzından Selef’den kalma müstesna bir usûl ve tavırla dinlenilir, her nağmesinde bir başka eda, kulak zevkini okşardı.

Hele, yumuşacık tatlı sesi ile Mersiye okuyuşları bambaşka idi. Ehl-i Beyt’e vurgun Ca’ferî mezhebi mensubu İranlı Müslüman kardeşlerimizi bu yanık ve oynak hançeresi ile kendisine hayran etmekteydi. Onlarca Mâtem ayı olarak bilinen muharremlerde Yaşar Baba’yı Vâlide Hanı’na götürürler; ta’ziye meclislerinde o, mersiyesini okur iken karşısında diz çöküp bükâ ederler [Gözyaşı dökerler], kendilerinden geçerlerdi. Çünkü Baba’nın Mersiyehânlığı Fethiyeli Nezihî Bey’e benzerdi. Okuyuşları tıpkı onunki gibi yürekten gelir, yüreklere işlerdi ve taklid edilemeyecek bir şekilde idi.

İstanbul Bektaşî tekkelerinde âdet olduğu üzere, Sâfî Baba Mersiyesi’ni, diğer tekkelerde ise Yazıcıoğlu mersiyesi’ni okuduğu halde usûl ve tavırlarını birbirine karıştırdığı görülmezdi.

Yaşar Baba’nın zâkirliğinde ve zikri idare etmek hususundaki büyük başarısında peyrevlerinin çok önemli hizmet ve yardımları olduğunu unutmamak lâzım gelir.

Muallim İsmail Hakkı Bey’in muavinlerinden Musiki hocası Bestekâr İzzeddin Hümâyi, sonradan şöhretli bir zâkirbaşı olan Terlikçi Mehmed Efendi, Karagümrüklü Hacı Şeref, kardeşi Hafız Selahaddin Bey, Şef Hanende Zâkir Celâl, yine Şef Hanende zâkir Arap Hüsnî, Yeni Cami müezzini Hâfız Ali Efendi, son hakkâklarımızdan Rauf Fehmî Efendi, Aksaray-Vâlide Camii baş müezzini Hâfız Hamdi Efendi [Tatar Hamdi], meşhur Hâfız Burhan, tanınmış mevlidhân Hâfız Mecîd, Sultan Selimli Hâfız Ali Rıza [Ali Rıza Sağman], Cihan Bülbülü Hâfız Sâmî’nin yeğeni Hâfız Cevdet, onun küçük kardeşi hâfız Necâtî, Karagümrük’te-Altay’da Kenân-ı Ümmî tekkesinin ilk ve son postnişîni Filibeli Ken’an Efendi’nin oğlu eczacı, kütüphaneci, şimdi de mevlidhân Kâzım Bey.. gibi sahasında kendilerini ilk zamanlardan beri göstermeğe parlak istidâd sahiplerinin Yaşar Baba’nın karşısında yardımcı ve tamamlayıcı olarak bulunmaları, Baba’nın o meşhur başarısında ve dolayısıyla zikrin âhenk ve ihtişamla yürümesinde çok kuvvetli ve tesirli bir şekilde birer âmil olmuşlardır.

Asıl adı Hüseyin Şerefüddin olan Hacı Şeref merhum, Balat İmamı’nın en parlak çıraklarındandır. 1323 yılında ondan icâzet aldıktan sonra İstanbul tekkelerinde, kıyâmî, devrânî olarak uzun yıllar Zâkirlik ve Zâkirbaşılık etti. Şarkı ve Semâ’î de geçmişti. Karagöz oyunlarına mahsus Perde Gazellerini de usulü ile öğrenmiş ve yazmıştı. Bunları ustalıkla okurdu. Hühuft makâmında bir perde gazelini kendisinden geçmiştim.

Usule vâkıf olduğundan güzel Dâire çalardı. Dergâhların sırlanmasından sonra, Mehter takımında Gülbenkçi ve Halîlezen olarak vazife gören Rahmetli Salâhaddin Pınar, eski bestelerden bir kaçını ondan geçmiş ve notaya almıştı. Gençliğinde Kâdirî, Rufâî tarikatlarına girdi. Sonraları Terlikçi Mehmed ve aktör Şâdî ile birlikte Yaşar Baba’dan nasîb alarak Bektâşî oldu. Fakat namazını, niyazını bırakmadı. 1337/1921'de Yaşar Baba’dan ayrıca Zâkirbaşı icâzetnâmesi aldı. Hacı Şeref eskilerin Meclisârâ dedikleri, geldiği yere neş’e getiren, konuşkan ve konuşması ile iç açan adamdı, bu sebeple her yerde aranır ve beklenirdi. Latîfeci, şakacı, edeb, erkân görmüş terbiyeli bir kalem efendisi, bir şehir çocuğu olmakla beraber son derece asabi ve patavatsızdı. Lâkin dosdoğru adamdı. Aynı zamanda vefâkâr ve hatırşinâstı. Babacığımın Kırk Mevlidinde okunan Tevşîhleri Kabakulak Ali Bey ile beraber o idare etmişti. İstanbul Tapu-Kadastro grup müdürlüğü Beyoğlu masası memurluğundan emekliye ayrıldıktan sonra, bütün ömrü doğup büyüdüğü Karagümrük’te geçti. 1947 yılı Ocak ayının son gecesinde, yine Karagümrük’te Rufâiyye’den Tahta Minare Tekkesi’nin bitişiğindeki evinde vefat etti. Pek değerli, faziletli dostum Hammâmîzâde İhsan Bey merhum teklifim üzerine şu tarihi vücuda getirdi:

Kaldı heman dergeh-i Dehrde bir hoş sadâ
Ola Şeref Hacı’nın Hûr u Gılmân yoldaşı
Cevher tâarihini yazdı kalem Hayy deyu
Gitdi heman Hû deyib Cennet’e Zâkirbaşı

Son ......şairlerinden .....ettiği ..........Bey Hacı Şeref’in göçmesine eseflenerek kaleme aldığı tarîh manzumesinde onu ne güzel anlatıyor:

Merd-i zâkir Hacı Şeref de etdi terk-i dünya

Bütün bu tesirleri görebileceğimiz son örnek, Karagümrük’teki Ümm-i Ken’an Tekkesi idi.

İstanbul’da ihvânın yardımı ile açılmış en son Rifâî tekkesi, daha doğrusu Rifâîlikten kopma bir Sayyâdî tekkesi olan bu Dergâh, oldum olasıya Yaşar Baba’nın kudret ve şahsiyeti sâyesinde tutunmuş, parlamış, kurulduğundan son güne kadar onun himmet ve idaresi ile yaşamış ve göze çarpar bir hâl almıştı. Saatlerce süren zikri ve zikirciliği hatta usûlü ile zikretmesini bilmeyen, beceremeyen Şeyh Efendi’yi, Yaşar Baba parmağının ucunda çeviriyordu.

Galatasaray Lisesi’nde okumuş, iyi tahsil görmüş, yıllarca Maârif hizmetinde bulunmuş, aydın bir kimse olan, hatta mektebde öğrendiği Farsça ile tekkesinde Mesnevî-yi Şerîf okutmaya cesaret gösteren, fakat süluka girmeden, meydan, erkân görmeden Medineli Seyyid Hamza’nın ‘atiyyeten verdiği icâzet ile posta oturtulmuş bulunduğundan, zikir sırasında sanki bir yabancı ziyaretçi imiş gibi Mihrâb önünde hareketsiz, heyecansız durmaktan başka elinden birşey gelmeyen Şeyh efendi, Yaşar Baba’ya bu hususta çok şeyler borçlu ve minnetdar bulunuyordu. Bunun içindir ki, hatırı sayılır, kıdemli şeyh efendilere, yaşlı misafirlere bile yerinden kıpırdamak istemeyen Efendi, Yaşar Baba içeriye girince boyunca ayağa kalkardı. Yaşar Baba zâkirbaşı postuna oturmadan önce biribirleri ile görüşürler. [Ayakta musâfaha ve mu’anaka ederler. Gerdanlarını da öperlerdi.]

Tarîkat ahlâk ve icâplarının gerçek manası ile kezâ, Dervişliğin esasları ile kökten ve yürekten bir ilgisi olmadığı için, her hareketi sûretde kalan, bunun pek tabiî bir netice ve tezâhürü olarak da Şeyh postekisi üstünde heykel gibi dikilmekten,dışarıda takmadığı mavi veya siyah gözlük ile boy göstermekten başka bir şey yapmayan, fakat Şeyh’liği Şah’lığa çevirmesini çok iyi bilen ve bunu hüner ile beceren bu tarikat burjuvasının, ister istemez saygı göstermek zorunda kaldığı diğer bir lüzumlu insan da, Üsküdar’dan ücretle getirilen Sa’dî Şeyhzâdesi Reîs Kemâl Efendi idi.

Kıyâm Zikri’nin ritmik, estetik bütün, inceliklerine fevkal’ade bir sûretde vâkıf ve mutasarrıf bulunan, hele zikri idare kudreti, hakikaten bir hârika halinde görülen, gösterişsiz, ufak yapılı vücudunda bilhassa bu noktadan büyük kıymetler taşıyan bu kıyâmcılar kıyâmcısı ile, Yaşar Baba, kazara bir hafta günü tekkeye gelmemiş olsalar, yine para ile tutulmuş bir kısım zikirciler, bütün ustalıklarına rağmen ne yapsalar, kendi başlarına zikri açamazlar, yürütemezlerdi.

Bu hususta bilgisi, görgüsü bir hiçten ibâret bulunan biçâre Efendi de bunalarak ne yapacağını bilemezdi.

Herkese tepeden bakmağı âdet edinmiş olduğu halde bu iki zâtın önünde hürmetle, zarûretle eğilir ve küçülürdü. Çünkü bu iki adam Şeyh’in, Tekke’nin kusur ve noksanlarını örtüyor, düzeltiyor, hatta Tekke’ye şeref ve kıymet katıyordu.

Zikirlerin mükemmeliyeti bir yerde anlatılırken:

-Üsküdarlı Kemâl’in reisliğinde ve Yaşar Baba’nın idaresinde; deniliyordu.

Yaşar Baba’nın “acâîb” denilecek tuhaf tarafları da vardı.

Zikri açarken ayakta okuduğu münâcâtdan başka, Şuûl ve İlâhîlerden çoğunu sonuna kadar okumazdı. Bu fena alışkanlığı yüzünden baş tarafını atıp da alt tarafını bilerek veya bilmeyerek yarıda bıraktığı, yahut sonunu getiremediği eserleri, ekseriya peşrevleri tamamlar; sezdirmeden, aksatmadan zikri yürütmeğe çalışırlardı. Bunun içindir ki Yaşar Baba’nın karşısında peyrevlik etmek, herkesin başarabileceği bir iş değildi.

Her zâkir, hatta zâkirbaşı buna kolay kolay cesâret gösteremezdi. Bir def’a musikişinas olmak mutlaka şarttı. Zengîn mahfûzâta mâlik bulunmak da lâzım geliyordu.

Kendisi ilk zamanlar Üsküdarlı Hâfız Fahrî Efendi’ye peyrevlik etmişti. Onun musiki bilgisinden kâfî derecede faydalandıktan sonra, Balat İmamı’na gelmiş, ondan öğrendikleri ile bir kat daha olgunlaşıp, bir Yaşar Baba olmuştu.

İstanbul tekkelerinin tanınmış kıyâm reislerinden Şeyh Hilmî merhum zamanın belli başlı zâkirleri ve kıyâm reisleri için tuttuğu not defterinde, Yaşar Baba hakkında şunları söylüyor:

Baba Erenlerimiz, birinci sınıf zâkirlerinden ve yerine konulamayacak en birinci zâkirbaşılardandır. Hakkıyla bülbül-i gülistân-ı tekâya olduğu cümlenin malumudur. Her vech ile şüpheden vârestedir. Kendisi hem kıyâmî hem devrânîdir. Aynı zamanda mersiyehândır.

Bâhusûs, tavrına, edâsına dayanılmaz. Yanında çok kimse dikiş tutturamaz. Halaka-i zikre riyâset ve idaresi ile de ayrıca meşhur ve mümtâzdır. Zira, bir zâkirbaşı, riyâset kudretini hâiz değilse-her ne kadar başta bulunsa- mutlak kusuru vardır; zikre lâyıkı ile intibâk edemez. Bu kıymetli zât-ı şerîf her ikisini câmi’ bulunduğundan postunda hâkim ve yektâdır. Meydân-ı Evliyâullah’ta vücudu ile iftihâr olunan zevât-ı nâdiredendir.”

Şeyh Hilmi, ayakta yapılan, kıvrak figürleri, estetik bakımından pek hünerli, çekişi ve gâyetle âhengli olan kıyâm zikrini sevk ve idarede başa geçmiş bir zât idi. Reis Hilmî derlerdi. Zamanın en usta bir reisi olduğundan Reislerin çoğuna Fatiha Etmek suretiyle onların reislik etmelerine izin vermişti. Bundan dolayı kendisi haklı olarak “Bende-i Hâk-i Kadem-i Al-i ‘Aba, Reis-i Halka-i Tekâya” diye imza kullanırdı. Nitekim, Hekimoğlu Ali Paşa Câmi’i Şerîfi haziresindeki mezar taşında; “Bi’l-Cümle Tekâyada ve Esnâ-yı Zikirde Riyâset etmekle Ma’ruf..” olduğu yazılıdır. Ve pek doğrudur. Fakat kullanılmayan asıl adı Hüseyin Hilmî Aşkî olduğu halde, kitâbeye Mehmed Hilmî yazılması yanlış olmuştur.

Topkapısında Rufâîyeden kıllı Yusuf Tekkesi’nin son postnişini, Topkapısı Ahmed Paşa Cami’i Şerîfi kâtibi ve zamanın Reisu’l-Kurrâsı Şeyh Hâfız Cemâleddîn Efendi’den Babası Ali Rıza Efendi hilâfetnâme alarak şeyh olmuştu. Onun babası Hüseyin Hüsnî Efendiler de şeyh idiler.

Reis Hilmî Efendi, 27 Kânun-i Evvel [Aralık] 1336/1920 tarihinde göçtü. Hilmi’ye büyük saygı gösteren ve çok zaman onun yanında zikretmiş olan rahmetli aktör Şâdî, Hilmî’nin mezar taşını yaptırdı.

Eski güzel terim ile söylemek lâzım gelirse, Yaşar Baba’mız -Hilmi’nin de belirtmek istediği gibi- kendi çapında ve çağında [Sultânu’z-Zâkirîn] denilmeğe hakikaten pek lâyık olmuş adamdı. Defterler dolusu İlâhî mecmuâsından başka, kafasının arşivinde çeşitli besteleri ile derlenmiş binlerce eser onun ölümü ile beraber toprağa girdi. Zamanında hiç bir zâkirden göremediğimiz o müstesna tavrından, örnek bilinen edâ ve üslubundan, hele Kıyâm Tevhîdi açılırken o kıvrak sesi ile okuduğu Münâcâtın başındaki “Yâ Mevlânâ”sından şimdi elimizde kalan yalnız hazin bir hâtıradır. Ne yazık ki, o da zamanla kaybolmak üzere bulunuyor.

Kendisi de bir tekke çocuğu olan, bir vakitler tekke şeyhliği ve zâkirliği de etmiş bulunan pek değerli dostum ve meslekdaşım Saadeddîn Nüzhet merhum, bundan dolayı büyük bir vukûf ile yazdığı “Türk Musikisi Antolojisi” isimli tamamlanmamış eserinin birinci cildinde Yaşar Babanın kıymet ve meziyetleri hakkında kısa da olsa aynı şeyleri tekrarlamakta ve onun mersiyehânlığını pek çok takdir eden İran hükümetinin kendisine Şîr-i Hurşîd nişânı verdiğini yazmaktadır.

Yaşar Baba’nın Zâkirbaşılığında bulunduğu İstanbul tekkelerinden hatırımıza gelenler:

Fatih’te Çırçır Semtinde, Kadiriyye Ve Rufâiyye’den Meşhur Kubbe Tekyesi
[Kendisini yetiştiren bu dergâh’ta hem kıyâm reisliği, hem de zâkirbaşılık etmiştir. ]
Mevlevîhâne Kapısı’nda Sünbüliyye’den Çifte Kapılı-Mi’mar ‘Acem- Tekyesi [İlk bağlandığı ve ‘arâkiye giydiği tekyedir.]
Karagümrük’te Kâdiriyye’nin Ahiyye kolu âsitânesi [Merkez Tekyesi] olan Alîme Hatun meşhur ismiyle, kabakulak Tekyesi. Kendine Kâdirî gömleği verilen tekyedir.
Karagümrük, Tahta Minare’de Rufâiyye’den Saçlı Salih Efendi Tekyesi.
Karagümrük’te Sa’diyye’den Ejder Tekyesi
Karagümrük-Altay’da Rufâiyye’den Ümmî Ken’an Tekyesi Baba’nın parmağında çevirdiği en son tekyedir.
Balat-Draman’da Kâdiriyye’den Kesme Kaya Tekyesi
Eğrikapı-Molla Aşkî mahallesinde Gülşeniyye’den Gürcü Ali Efendi Tekyesi [Gülşenî savtlarını geçtiği tekyedir.]
Hekîmoğlu Ali Paşa’da Kâdiriyye-i Eşrefiyye’den ‘Abdâl Ya’kub Tekyesi. İstanbul’da Eşrefî Asitânesidir.
Haseki civarında Sa’diyye’den Fındıkzâde Tekyesi.
Unkapanı’nda-Yeşil Tulumba’da Rufâiyye’den Şeyh Abdülhalîm Efendi Tekyesi.
Edirnekapısı dışında, Savaklar’da Pîr-i Sânî Şeyh Cemaleddîn-i ‘Uşşâkî Asitânesi.
Otakçılar’da, Sıraservilerde Nakşibendiyye ve Rufâiyye’den Yanık Minareli Sultan Osman Tekyesi
Eyüp’te, Düğmeciler’de Ümmî Sinan Hankâhı [Eski Ankara Meb’usu Rahmetli Yahya Gâlip Karğı’nın son postnişîn olarak bulunduğu dergâhtır.]
Eyüp, İslâmbey mahallesinde Bedeviyye’den Hasaneyn yahut İslâm Bey Tekyesi.
Eyüp, Nişancılar’da Nakşibendiyye’den şeyh Murad El-Buharî Tekyesi.
Yine Eyüp’te Nakşibendiyye ve Rufâiyye’den Şeyh Selâmî Efendi Tekyesi.
Eyüp-Bülbülderesi’nde Kâdiriyye’nin Ahiye kolundan Hâkî Baba yahut Şeyh Ceylân Efendi Tekyesi.
Eyüp-Defterdar Caddesinde ‘Uşşakiyye-i Sa’diyye’den Balçık Tekyesi.
Beşiktaş’ta Yahya Efendi Dergâhı. [Buradaki zâkirbaşılığı Baba’nın Bektaşîliğinden öncedir. Kısa bir süre sürmüş olup, buraya pek seyrek gelmiştir.]
Üsküdar’da Menzilhâne yokuşunda Perşembe Tekyesi denilen Rufâî Asitânesi. [Kendisine Bektaşiyye’den nasîb veren Ziya Baba bu âsitâne’de postnişîn idi.]
Beylerbeyi’nde Bostancıbaşı Abdullah Ağa mahallesinde Bedeviyye’den Şeyh Hüseyin Efendi yahut Seyyid Efendi Tekyesi.
İçerenköyü’nde-Kozyatağı’nda Rufâiyye’den Şeyh Abdülhalîm Efendi Tekyesi. [Buradaki zâkirliği Baba’lığından öncedir.]
Yakacık’ta Yakacık Rufâî Tekyesi. [Bu tekkenin postnişînliği de Ziya Baba’nın üzerinde idi.]

Yaşar Baba’nın tarikat tarafı

İlk intisâbı Halvetiyye’nin Sünbüliyye kolunadır. Mevlevîhâne Kapısı’nda Sünbüliyye tarikatından şimdi câmi olan Çifte Kapılı ya da Mimmar ‘Acem Tekyesi postnişîni, yorgancılar kâhyası Sofuoğlu Ahmed ‘Arif Efendi Yaşar Baba’nın eniştesi oluyordu.

O zamanlar, henüz 23 yaşlarında yakışıklı bir delikanlı olan ve “Hâfız Yaşar” ismi ile bilinen, geleceğin Baba Erenleri ilk def’a eniştesi Şeyh ‘Arif Efendi’nin elenden çeyizlendi. [Ondan tekbirli bir ‘arâkiye giydi.] Bu itibârla Baba’nın tekyeye bağlı bir dervîş olarak ilk def’a zikir halkasına oturması, deverâna girmesi bu dergâhın meydanında oldu. 

Müştakzâde Şeyh İbrahîm Edhem Efendi

Burada gereken tarikat terbiyesini gördükten, nasîbi kadar feyzi aldıktan sonra, Kâdirî şeyhleri içinde mübarek bir şahsiyete sahip olarak bilinen ve İstanbul’da şöhret yapmış Müştakzâde Şeyh İbrahîm Edhem Efendi ile tanıştı.


Şeyh İbrahîm Edhem Efendi, Karagümrük’te Kâdiriyye’nin Ahiye-i Resmiyye kolundan Alîme Hatun veya meşhur ismi ile Kabakulak tekkesinde misafir olarak kalıyordu. Yaşar Baba da zâkirbaşılığında bulunuyordu. Yaşar Baba şeyhi ilk görüşünde pek sevmiş kalbi ona kaymıştı. Manevî kemâline, hareket ve tavırlarına ve şahsiyetine herkesin saygı gösterdiği, meclub ve müştak olduğu bu zâtı Yaşar Baba da ilk görüşünde sevmiş, ona karşı içinde duyduğu iştiyak anlatılmayacak derecedeydi. O da Yaşar’ın halini beğeniyor ve kendiasini takdir ediyordu. Nihâyet aralarında bir alışveriş başladı.

Yaşar şeyhe gönül verdi. Şeyh de Yaşara bir “gül” verdi.

Kâdirî tarikatının ananevî mübarek bir nişânı olarak başta taşınan ve çiçek motifi şeklinde yedi renk ham ibrişim ile işlenen bu “gül”ü, Yaşar ‘arâkiyesinin tepesine dikip, başının üstünde gezdirdiği zamanlar Gavs-ı A’zam bendesi idi. Kâdirî fukarâsından [dervişlerinden] Yaşar Dede olmuştu.

Şeyh Edhem Baba’nın Hicrî 1304 tarihinde vefatı ile Yaşar Baba tarikat yetimi olarak ortada kaldı.

Şeyh İbrahîm Edhem Efendi, Kâdiriliğin Müştakiyye kolunun kurucusu ünlü Bitlisli Mustafa Müştak Baba’nın [1172/1759–1247/1831] oğludur. Tevellüdü 1219/1804’tür. Babasından mücâz olup, önce Muş ve Erzurum’da sonra da İstanbul’da tarikat faaliyetlerini icra etmiştir. Hind ve Horasan ülkesi dâhil birçok ülkeye seyahatte bulunmuştur. Erzurum ve İstanbul’daki birçok Kâdirî dergâhı bunun silsilesinden gelmiştir. Keşfi Osman Efendi dergâhı, Bayrampaşa Tekyesi, Gümüş Baba dergâhı bunların başlıcalarıdır. İstanbul’daki halifeleri: Saçlı İbrahim Efendi, Hoca Rahîm Efendi, Gümüş Babna Dergâhı şeyhi Bitlisli İbrahîm Hürrem Efendi-Bayrampaşa Tekyesi’nde medfundur-, Keşfî Osman Efendi Dergâhı Şeyhi Şeyh Muhammed Müştak Kemterî ve Cebbarzâde Süleyman Nezîr. Müştakzâde Şeyh İbrahîm Edhem Efendi 1304/1886 tarihinde İstanbul’da vefat etmiş olup, cenaze namazı Fatih Camii’nde eda olunduktan sonra, Edirnekapıda defnedilmek üzere götürülürken, cenaze alayı, Kabakulak Tekkesi’nin sokağından geçtiğinden burada durularak, cenazesi bu tekkenin haziresine defnedilmiştir. Şeyh İbrahîm Edhem Efendi’nin Kâdirî tâclı şahidesiyle, parmaklıklı kabri halen tekke haziresinde mevcut olup kitâbesi şu şekildedir:

Yâ Hû

Nesl-i ‘Abdulkâdir-i Cîlîden işbu zât-ı pâk
Oldu Müştakzâdelikle şöhre-i bây u gedâ
Kâdirî-meslek idi müstağrak-ı Fillâh idi
Çıkmaz idi ‘aşkdan gayri lisânından sadâ
Nur-ı zât-ı Hakk’a bir pervâne-i sâdık olup
Bezm-i meydan-ı erenlerde dönerdi dâimâ
Nûş-i câm-ı Kevser-i vuslat ile mest u müdâm
Devrini görsünler âhir Mustafa vü Murtazâ
Geldi bir sıyt-ı esef-engîz Tarîh Nebîl
Döne döne erdi şem’-i ‘izzete Edhem Baba

Sene 1304 Fi 7 Rebi’ilâhir Cumartesi

[Müfid Yüksel]

Yaşar Baba, sülukunu tamamlamak için hemen Unkapanında, Salih Paşa mahallesi Yeşil Tulumba sokak’ta yer alan Rufâiyye’den Şeyh Abdülhalîm Efendi Tekyesine gitti. Yeniden, Oranın postnişîni ve Üskübî Camii ve mahallesi imamı Hacı Hâfız Mustafa Muhyiddîn Efendi’nin teslîk ve terbiyesi altına girdi. Unkapanı, Yeşil Tulumba’da ve Salih Paşa mahallesinde Rufâiyye’den Şeyh Abdülhâlîm Tekyesi postnişîni bulunan Hacı Hâfız Mustafa Muhyiddîn Efendiye, o çevredeki Üskübî Çakır Ağa Camiî’ninve mahallesinin aynı zamanda imamlığını yaptığı için “Üskübî İmamı” da derlerdi. Çetin Altan’ın geçenlerde [1965] vefat eden büyük annesinin babasıdır. Çok zengin ve hayırlar sahibi bir zât olduğundan halk arasında “Kırk anahtarlı Şeyh Mustafa Efendi” diye tanınırdı.. Uzun yıllar imam ve hatipliğinde bulunduğu Cibâli’deki Üskübî Çakır Ağa Camiî yanınca kesesinden, kendi parası ile yeniden yaptırmıştı. Ayrıca, Camiin yanına bir büyük fırın, bir kahvehâne ve bir gazino ve birkaç dükkan ilâvesiyle vakfederek camiin yıllık gelirini artırdı. Fırına Üskübî Fırını derlerdi. Gazino, sonradan sabunhâne oldu. Hâla duruyor.


Mustafa Efendi Camiinin yanındaki konağında otururdu. Hicrî 1329 yılında bu konakta göçtü. Tekyesinin haziresinde babası Şeyh Abdülhalîm Efendi’nin yanında yatıyor.


Bahriye nâzırı Bozcaadalı Hasan Hüsnî Paşa’nın Şeyh Hacı Mustafa Efendi’ye intisabı vardı. Kendisini sık sık ziyâret eder ve uzun zaman huzurunda kalırdı. Demokrat Parti’nin ilk iktidarında Zonguldak Milletvekili olan Ma’den mühendisi Galatasaraylı Cemal Kıpçak, Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin yedi kızından birinin oğludur. Evlâttan bulunması dolayısıyla Tekkenin şeyhliği ve tevliyeti irsen kendi üzerinde bulunmaktadır.


Şeyh Mustafa Efendi’nin tekke haziresinde bulunan mezar taşında şu kitâbe vardır:


[Mezar Taşı] [Silindirik ve Rufaî Tâclı]


Huve’l-Bâkî  [Müsenna-Aynalı]


Mürşid-i zî ilm u irfân muktedâ-yı muhterem
Arif-i âlî-himem sâhib-i vefâ-yı muhterem
Mazhar olmuştu ezelden hubb-ı Haydar sırrına
Zikr u fikriydi heme âl-i abâ-yı muhterem
Fahr ile olmuştu Sultan Rufâî bendesi
Şeyh idi derviş idi rûşen-lika-yı muhterem
Bir nice müsterşidi yıllarla irşâd eyledi
Lem’a-dâr-ı feyz idi her dem şu câ-yı muhterem
Hasr-ı enfâs eyleyip zikr-i Huda’ya rûz u şeb
Hû deyip göçtü cihândan Mustafa-yı muhterem 

Sene 1329 (1910) 

Kısa bir süre içinde Hacı Hâfız Mustafa Muhyiddîn Efendi de Cemâl yurduna yürüyüp vefat edince, Yaşar Baba, Fatih çevresinde-Kadıçeşmesindeki Müftî Hamamı Tekyesi’ne başvurdu. Kiliseden çevrilme tarihi bir ma’bed olan bu dergâhın son münevver şeyhi Mustafa Râşid Rahmî Efendi yaş ve kıdem itibâriyle zamanının Şeyhu’l-Meşâyihi [Şeyhler Şeyhi] sayılıyordu. 

Yaşar, bu sefer de bu muhterem zâtdan tecdîd-i vuzû’ eyledi. [Tecdîd-i Vuzû’: Şeyhinin vefatı dolayısıyle seyr u süluk denilen tarikat terbiyesi, manevi vazifeleri, dersleri yarıda kalan dervişin aynı tarikattan başka bir şeyh efendiye yeniden bağlanıp tekrar süluka girmesine, derslerine kaldığı yerden veya yeni baştan başlayıp devam etmesine, tarikat dilinde tecdîd-i vuzû’ denilir. Lügâtte Abdest tazelemek manasına gelir.] 

Derece ve mertebeleri, usûlüne göre zamanla birer birer geçip tamamladıktan sonra Râşid Efendi Hazretlerinden Rufâî tâcı giydi ve hilâfetnâme aldı. Bu sûretle Sünbülî dervişi, Kâdirî dedesi, Hâfız Yaşar, artık teslik ve irşada ehliyetli, icra-yı meşihata me’zun [Tarikat yaymaya, meydan açmaya, derviş alıp yetiştirmeye, hususiyle âyîn-i şerîf icrasına izinli ve yetkili] bir Rufâî halifesi ve şeyhi olmuştu. Başına, Rufâîlere mahsus siyah şemle [sarık] sarıyordu.

Yaşar Baba’nın Bektaşîliğe girişi

Yaşar Baba’nın Bektaşîliğe girişi, Fethiye’de Mehmed Ağa Caddesindeki evinden Eyyüb’e taşındığı yıllara rastlar.

Bu tarikatte ilk talibliği ve nasîbi Üsküdarlı Büyük Tevfîk Efendizâde Ziyâ Baba’dandır.

Aynı zamanda ilmiyyeden bulunması münasebetiyle kendisine “Ziya Molla” da denilen Ziyâ Baba, Üsküdar’da, İnâdiye çevresinde eski menzilhâne yokuşunda [Şimdiki Karaca Ahmed Caddesi] meşhur Rufâî âsitânesinin [Perşembe Tekkesi] postnişîni bulunuyordu. Kullanılmayan uzun ismi; Ahmed Abdülkâdir Ziyâuddîn Salâhî’dir. Şâir, edîb, âlim ve ârif bir zât olan Ziyâ Baba’nın 1336 Rebi’ulevvelinde, dünyamızdan ayrılması, onu tanıyan herkesi, bilhassa Üsküdar halkını çok üzmüştü. Şeyhu’l-Üdebâ Salih Sâim Bey, onun vefatına şu tarihi söyledi:

Sûretu’n-Necm’in Ziyâsı sâyesinde Sâima
Verdi Mevlâ Şeyh Ziyâ’ya Cennetu’l-Me’vâ’sını
1336 H.

Hakikaten yüksek görüşlü, tahsilli, bilgili, olgun, uyanık, hâl ve gönül ehli bir insandı. Rufâîlik ile Bektaşîliği şahsında kolayca birleştirmiş, bunları birbiriyle kaynaştırıp Yol Kardeşi etmişti. Bunları aksatmadan kolkola gezdirmesini pek iyi biliyordu.

Yazları olunca yakacıkta bulunan diğer kendi tekkesine gider; bazen de Eyyüb’e gelir, kendisini hasretle bekleyen dostlarında misafir kalırdı. Yaşar’ın Ziyâ Baba ile tanışıp anlaşması bu tarihlerde başlar.

Ziyâ Baba Eyyüp’te eski-Yeni camii şerîfinin karşısındaki evinde oturduğu zamanlar Yaşar, Ziyâ Baba’dan nasîplenmek arzusuna düştü.

Kubbe Tekkesi’nde zikir arkadaşı ve pîrdaşı sonra halifebaba olan Postacı Giritli Ali Cemâlî ile Ziyâ Baba’ya gelip, ondan nasîp aldılar. İkisi birden onun ikrar bendesi oldular. Bu nasîplenme neş’esine daha sonra başkaları da katıldı.

Nakşibendiliğin kolu olan Hâlidîlerden ve katı sofulardan başka; Alevîler-Bektaşîler başta olmak üzere bütün tarikat mensuplarınca Muharrem ayı, Mâh-i Mâtem [Mâtem Ayı] olarak bilinir. İlk günlerinden Safer ayının sonuna kadar bütün tekkelerde İmam Hüseyin’in ve Kerbelâ Şehîdlerinin mübarek ruhlarını ta’ziye için mersiyeler okunur, kurbanlar tığlanır [kesilir], aş pişer, âşure kaynar, gelene gidene, hele fakir fukarâya bu Ali sofrasından, İmam Hüseyin çorbasından bol bol dağıtılır, bol bol cünbüşlenilir[yenilir]di.

Zamanının birinci sınıf mersiyehânlarından biri olan Yaşar Baba’yı bu münasebetle İstanbul tekkelerinde paylaşamazlardı.

Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergâhı-Cem ayini ibadeti yapılan meydan
Şehrin Bektaşî tekkeleri içinde en eskisi ve mücerred koldan gelenlerin ilki olan Merdivenköy Şahkulu Sultan Tekkesi’ne de [ikincisi ise Yedikule-Kazlıçeşme’deki Perişan Baba, diğer adıyla Eryek Baba Tekkesidir. M.Yüksel] Yaşar Baba’yı mersiye okutmak üzere bilhassa davet ederlerdi. Zâten eski dostu ve bu işlerde rehberi Ali Cemâlî de oradaydı. Ayn-i Cem’lerde, tekkenin aşevinde [matbahında] aşçılık ediyordu. O'nun ısındırmasıyla Yaşar’ın gönlü Tekke’ye yatmıştı. Bu iki vesileyle, biraz da kendi isteğiyle oraya gidip gelirken, Dergâh’ın postnişîni ve Bektaşîlik edebiyatının son mühim simâsı Mehmed Ali Hilmî Dedebaba’nın huzuruna çıktı; ondan nazar ve teveccüh gördü. Bu neş’e ile onunmeydanında bir süre pervânelik etti, hizmetinde bulundu. [Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergâhı postnişîni Mehmed Ali Hilmî Dedebaba ile ilgili olarak bkz: Müfid Yüksel, Bektaşîlik Ve Mehmed Ali Hilmî Dedebaba, Bakış Yayınları, İstanbul, 2002]

Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergâhı bahçesinde bir mezar

Erenler eşiğinde, yol erkânında böylece gereken vazifeleri, vecîbeleri kusursuz olarak görüp bitirdikten sonra, o vaktin halifebabası ve Çamlıca Tekkesi [vaktiyle “Firâz-ı Üsküdâr” denilen Büyük Çamlıca tepesinde şimdi arsası ve harabe halindeki kalıntısı kalmış bulunan Hacı Tâhir Baba zâviyesidir. Müfid Yüksel] postnişîni Ali Nutkî Baba’dan -Yine Ali Cemâlî ile beraber- Babalık icâzetnâmesini alır.

Ali Nutkî Baba, Çamlıca-Kısıklı, Nur Baba Bektâşî Tekkesi şeyhi Nurî Baba’nın oğlu olup, 1286/1869’da doğmuş’tur. Mehmed Ali Hilmî Dedebaba’dan el alarak tarikata girmiştir. Halifebabalığı Pîrevi’nde almıştır. Babasının ardından tekkenin postnişîni olmuştur. 1936’da vefat etmiş olup; önce Çamlıca tekkesine gömülmüş, Çamlıca tekkesi yıktırılınca kabri Merdivenköy Şahkulu Sultan Tekkesi arkasında yer alan, Mansur Baba Mezarlığı’na nakledilmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Bektâşîlik aleyhindeki ünlü “Nur Baba” romanının Nuri Baba ve Ali Nutkî Baba’yı hedef aldığı söylenmektedir. Ayrıca, Karaosmanoğlu’nun daha önce Ali Nutkî Baba’dan el almış olduğu da iddia edilmektedir. [M.Yüksel]

Yaşar Baba, başındaki Rufâî tâcının üstüne bu def’a yine siyah destarlı, edhemî terkli [on iki dilimli] bir Bektaşî fahri [tâcı] geçirmiş bulunuyordu. Bu sûretle zâkirbaşı postundan, Rufâî şeyhliğinden Bektaşî babalığına geçen Yaşar Baba, kendi meydanını da nasîplendiği ilk yer olan Eyyüp’te açtı.

Eyüp-Bahariye caddesinde, 16 Mart Şehitleri’ni biraz geçince, hemen gelen birinci evi ilk refîkası Nazmiye Hanım’ın parası ile satın almış, bir müddet sonra burasını bir Bektaşî zâviyesi haline getirmişti. İki katlı, sarı badanalı, yarı ahşap, yarı kârgir olan bu evin yanı ve arkası, yukarı yamaçtan inen geniş mezarlığın etekleriyle çevriliydi. Karşı sırasında develerin geviş getirmesi dışarıdan duyulan meşhur Deveciler Hanı vardı. [Eski Eyyüplüler buralara Atmaca Mevki’i diyorlar.]

Zâviyenin yanıbaşında yatan ve türbesi ziyaretgâh olan; mazanna-i kirâmdan [Kerametleri zahir olmuş büyük velîlerden] Süleyman Veliyuddîn ismiyle buraya “Süleyman Veliyuddîn Baba Tekkesi” denildi.

Yaşar Baba, bu dergâhın alt katında haftada bir açtığı Meydan’da aşka düşmüş muhibbler, canlar uyandırdı. Dervişler yetiştirdi. Ziyâ Baba ahirete intikal edince, ondan nasîp almış olanların hepsi Yaşar Baba’ya geldiler. Ziyâ Baba’nın yanında rehberlik vazifesini yapmakta bulunan Ali Cemâlî de burada aynı şekilde Yaşar Baba’nın rehberliğini yapıyordu. Nasîpli canlardan bir kısmının-Bektaşîlik icâplarına göre- teslik ve terbiyesini üzerine almıştı. Yaşar Baba da göçünce, bu muhibbler olduğu gibi Ali Cemâlî Baba’ya gelmişlerdi.

Süleyman Veliyuddîn Zâviyesi pek harâb hale gelince, Yaşar Baba Eyyüp sırtlarında, Gümüşsuyu Tepesi’ndeki Karyağdı Baba Tekyesi’ne geçti.Buranın postnişîni Kıyâm zâkirlerinde ve güzel Durak okuması ile tanınan, Hâfız Baba lakâplı Şişman Mehmed Salih Baba’nın 1332’de vefatından sonra, aynı vazifenin başına Yaşar Baba getirildi. Tekke’nin şeyhliğine önceleri vekâlet etti. Sonra asil oldu.

Bu tarihî tekkede kaldığı müddetçe “Demine, Devrânına Muhabbetler” yapmakta, erkân sürmekte devam eyledi. Tanınmış tanınmamış birçok kimseye Bektaşîliği aşıladı; dergâhına gelenleri boş çevirmedi, nasipsiz bırakmadı.

Yaşar Baba muhteşem zâkirbaşılığının yanında takdir edilmekteki çelebî halleri ile de tam bir İstanbul Efendisi’ne benzerdi. Terbiyeli, edepli, sâkin ve soğukkanlı bir insandı. Karşısında kim olursa olsun “Efendim”siz konuşmazdı. Sinirlendiği zamanlarda bile ağzından kötü bir söz çıktığı duyulmamıştır. Muâşeret irfânı, nezâket duyguları bu derece yüksek ve yürektendi. Çok da sabırlı ve tahammüllü idi. Tekkelerin sırlanmasından [kapatılmasından] sonra sıhhat ve neş’esini kaybetmişti. Üzüntüleri arttıkça rahatsızlıklarda biribirini takib ediyordu. Takatsiz, mangırsız kalmıştı. Gine de kendi üzüntüsüyle başkasını meşgul etmek istemediğinden kimseye hâlinden şikâyette bulunmazdı. Üstelik neş’eli görünmeğe çalışırdı. Zira, onun nazarında huzur bozmak, neş’e kaçırmak en büyük günah sayılırdı.

Devir görmüş, umûr görmüş bir insandı. Hâfızasında zamanla toplanmış bir hayli hâtıra vardı. Bu itibârla çok fıkra ve hikâye bilirdi. Son çağların meşhur şahsiyetlerine âit bilhassa eski zâkir, bestekâr ve tekye şeyhlerine âit kafasında sıralanmış çoğu duyulmamış bilgi ve görgüler icâbında bir kitap olabilecek zenginlikte idi. Ne yazık ki bunlar, vaktiyle kendisinden tesbit edilemedi. Nüktedanlığı, hâzırcevâplığı da ayrı bir âlemdi. Kendisinden de şu fıkrayı anlatırlar:

Ramazan’da müezzinbaşılığını yaptığı Çiftesaraylardan kendisini alıp Terâvîh kıldırmak üzere Amîne Sultan’ın Arnavutköyü’ndeki yalısına götürürler. İlk gece namazı bildiğimiz şekilde kıldırır. Herkesi memnun eder, teşekkür kazanır.
Birkaç gece sonra Terâvîh’i kıldırırken Fatiha’dan sonra okunması gereken âyeti hatırlayamaz. Ne yaptı ise toparlayamaz. Sezdirmemek için aklına gelen Şu’ûl isimli Arabî ilâhîlerden bir parça okuyup rükû’a varır, işin farkına varanlar, namazdan sonra:
-Yahû bunu nereden çıkardın Baba Erenler?
Hemen cevâbı yapıştırır:
-Kur’ân’ı her gece okuyup da israf edecek değilim ya! Bir gece de böyle olsun! Hem bir de değişiklik olur! dedi.
Gülmekten katılırlar.

Son yıllarında hayatı çok sıkıntı içinde geçiyordu. Aktör Şâdî Bey bu eski üstâdını himâyesi altına alıp Şehzâdebaşı’nda işlettiği Ferah tiyatrosunda ona küçük bir vazife verdi. Tiyatroya gelenlerin biletlerini yakıyor, salonda yerlerini gösteriyordu. Fakat bu iş ona ağır geldi. Yapamadı, dayanamadı nihâyet bir şeker bayramı [Ramazan Bayramı] nın arafe gününe rastlayan 17 Kânûn-i Sânî [Ocak] 1934 tarihinde Akşam ezanı ile yatsı arası kendi muhibblerinden Mübâşir Nihâd Baba’nın evinde, bir muhabbet sırasında birden göçüverdi. Birkaç dakika önce de, bu âleme vedâ etmek üzere olduğunu seziverir gibi olmuştu.

Geçenlerde vefat eden merhum Prof.Dr.Nezihi Eldem, Mübaşir Nihad Baba’nın muhiblerindendi. Bu makaleyi bir tebliğ metni için sunarken o sırada salonda bulunan, merhum Nezihi Eldem sunumun ardından, bize muhibbi olduğu Nihad Baba’dan birçok anekdot nakletmişti. [Müfid Yüksel]

Cenâzesi kendi evine getirilip, iki gün bekletildikten sonra bayramın ikinci günü hiç umulmayan çok az bir cemaat ile kaldırılıp, öğle namazı [akabinde] Eyyüp Hazret-i Hâlid Camiinde kılındı. Gümüşsuyu sırtlarında Zeyneb Hatun mahallesinde, postnişîni olarak bulunduğu Karyağdı Baba tekyesi çevresine sırlandı. Yaşı yetmişti. Yaşar baba’nın kabri bu civardaki, İdris köşkü caddesinin aşağı tarafındaki, Kırkmerdivenler mezarlığındadır.

Yaşar Baba Fethiye’den Eyyüb’e gelmişti. Sonra İslambey mahallesinde Bülbül Deresi’nde oturdu. Sonra Bahariye’ye geldi. Karyağdı tekkesinde bulundu. Tekrar Bahariye’ye gelip ilk refikası Nazmiye Hanım’ın aldığı eve geçti.

Bilmediği şeyleri bellemekte şaşırtıcı halleri vardı. Hiç duymadığı, işitmediği bir İlâhî veya eseri bir okuyuşta hâfızasına alır. Sanki daha önceden biliyormuş gibi çabucağın içinde onunla taksime başlar Tevhidi memerr ederdi. ....Yılında Bursa’ya geldiği zaman Mısrî âsitânesinde aynı hal olmuştu.

Yaşar Baba, erkek-kadın 28 kişiye nasîb verdi.
Bunlardan hatırımıza gelenler:

Eyüp, Evlice Baba (Hâkî Baba) Kadirî dergâhı son postnişîni, Hüseyin Nazmi Ceylan’ın oğlu Fâdıl Bey’in bize naklettiğine göre; Halil Yaşar Baba hayatının son yıllarında bir gün Nazmi Ceylan’ın yanına gelir. Kendisindeki Bektâşî tarikat mührünü ona vermeği ve Babalığı ona devretmeği teklif eder. Nazmi Ceylan ise zâten bir çok tarikattan icâzetli oluğunu, Bektâşîlik âdâb ve erkânının kendisine daha fazla yük getireceğini, ağır geleceğini ifade ederek bu teklifi kabul etmez.
Bunun üzerine Halil Yaşar Baba Haliç kıyısına giderek elindeki Bektaşî Babalığı mührünü Halic’in sularına bırakıverir. [Müfid Yüksel]

Karagümrüklü Hacı Şeref
Terlikçi Mehmed Efendi
Mübâşir Nihâd Baba [Sonra .......Mustafa Baba’dan Babalık icâzeti aldı. Eyüp Sulh Mahkemesi mübâşirliğinden emekli idi.]
Mâliyeci Cevâd Bey
Eyyüp-Câmi’i Kebîr kayyımbaşı Hattat Cemâl Efendi [Tâclı Derviş idi.]
Aynı Câmide Müezzinbaşı Darıcı Tevfîk Efendi’nin oğlu Hâfız Hâlid [Küçük Hâlid]
Alyanak Ahmed Bey [Neyzen, Udî, Tanburî, yüzbaşı]
Boşnak Asım Bey [Baba’nın ilk nasîplisidir. Postacı Ali Cemâlî Baba’nın büyütmesidir. Zonguldak’ta elektrik kaynakçısı idi. Emekliye ayrıldı. Tanburcu Muhsin ile Cevâd Bey’in rehberi Potacı Ali Baba idi.]
Hatice Feyyan Hanım [Ümmi Kenan Tekyesini açan Filibeli Kenan [Rifâî] Efendi’nin annesi.]
Tanburî Muhsin [Ortalı Mehmed Muhsin]
Udî Ahmed [Marangoz]
Aşçı Ahmed [Vezirtekkeli Ahmed Beysan]
Ağızlıkçı Nurî [Şifa Yokuşlu]
Necmî Efendi [ Askerî Kâtip]
Şerafeddîn Bey , Bahriye Yüzbaşı [Ereğli’de Liman Reisi]
Cevdet efendi [İzmir’de Kiraz Han sahibi. Şimdi Baba’dır.]
Muhyiddîn [Balıkesir’de Mal müdürü, Refikasıo Şefika Hanım ile birlikte nasîp aldılar]
İsmail Efendi [Balıkesir’de askerî kâtip]
Yusuf Efendi [Balıkesir’de marangoz]
Hayali Küçük Ali [Tatar Ali]
Tesbihçi Hakkı Usta

Bu gün bu tekke binasının bir bölümü yanmış olup diğer bir bölümü de yıkılmıştır. Semahanenin sadece üç duvarı ve ocağı kalmıştır. Yanında da tek katlı ahşap bir ev mevcuttur. [Tekke, mezar ve kitabeleri ile ilgili geniş bilgi için bkz. DİVANPOST-Tarih kategorisi 'Hakikatperver Efendim' makalesi, M.Yüksel'in ek notları]

MÜFİD YÜKSEL
KAYNAKLAR:                                                                                                                                           
1. Ahmed Lütfî, 1290-1310. Tarîh-i Lütfî, Cilt:1-8, İstanbul
2. Ahmed Rıfkı, 1325-1328. Bektâşî sırrı, Cilt I , II, Asır Matbaası, İstanbul
3. Ahmed Rıfkı, 1328. Müdafaa’ya Mukabele, Asır Matbaası, İstanbul
4. Ahmed Rif’at, 1293. Mir’atu’l-Mekâsid Fi Def’i’l-Mefâsid, Vezirhanı-İbrahim Efendi Matbaası, İstanbul
5. Aktaş, Serap, 1999. Ahmed Sâfî bey’in “Sefînetü’s-Sâfî” Adlı Eserinde Bektâşilik, Yüksek Lisan Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, İstanbul
6. Albayrak, Sadık, 1996. Son Devir Osmanlı Uleması, Cilt 5. , İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul
7. Algar, Hamid, 1995. The Hurûfî Influence on Bektashism, In Bektachiyya, pp. 39-53, Réuines Par Alexandre Popovic Et Gilles Veinstein, Les editions Isis, Istanbul
8. Altunsu, Dr. Abdülkadir,1972. Osmanlı Şeyhülislâmları, Ayyıldız matbaası, Ankara
9. Ayvansarâyî, Hâfız Hüseyin. 1281. Hadîkatu’l-Cevâmi’, Matbaa-i ‘Amire, İstanbul
10. Bandırmalızâde, Es-Seyyid Ahmed Münîb Üsküdarî ,1307. Mecmu’a-i Tekâyâ, Âlem Matbaası, İstanbul
11. Birge, John Kingsley, 1965. The Bektashi Order Of Dervishes, Second Edition, Luzac & CO. LTD. London
12. Brown, John P., 1927. The Darvishes or Oriental Spiritualism, edited with Introduction and notes by H. A. Rose, Oxford University Press London-Edinburgh
13. Ergun, Sadeddin Nüzhet, 1955. Bektaşî Şairleri ve Nefesleri, Cilt:1-2, Maarif Kitaphanesi, İstanbul
14. Ergun, Sadeddin Nüzhet, 1956. Ondukuzuncu asırdan beri Bektaşî-Kızılbaş Alevî Şairleri ve Nefesleri, İkinci Baskı, Maarif Kitaphanesi, İstanbul
15. Es’ad Efendi. 1243. Üss-i Zafer, İstanbul; 2. Tab’ı, 1293. Süleyman Efendi Matbaası, İstanbul
16. Feriştehzâde, Abdülmecid ‘İzzeddin, 1288. ‘Işknâme-i İlâhî [Fadlullah-ı Hurûfî’nin Câvidânnâme’sinin Türkçe Tercümesi], Litog. 1. ve 2. Baskılar, İstanbul
17. Gölpınarlı, Abdülbâkî, [1931] 1992. Melâmîlik ve Melâmîler, Tıpkıbasım, Gri Yayın, Pan Yayıncılık, İstanbul
18. Gölpınarlı, Abdülbâkî, 1977. Tasavvuf’tan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul
19. Gölpınarlı, Abdülbâkî, 1989. Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, İkinci Baskı, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara
20. Gölpınarlı, Abdülbâkî, 1992. Alevî-Bektâşî Nefesleri, 2. Baskı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul
21. Haskan, Mehmet Nermi, 1993. Eyüp Tarihi, I,II. Cilt. Türk Turing Turizm İşletmeciliği Vakfı Yayınları, İstanbul
22. Haskan, Mehmet Nermi, 1996, Eyüp Sultan Tarihi, Eyüpsultan Vakfı Yayınları, İstanbul
23. Hasluck, F.W., 1973. Christianity And Islam Under The Sultans, Edited By Margaret M. Hasluck, Originally Published in 1929, Reprinted 1973, Octagon Press, New York, USA
24. Hüseyin Vassaf, 1990-1999. Sefîne-i Evliyâ, I. ve II. Cilt, Seha Neşriyat, İstanbul
25. Işın, Ekrem, 1997. Ekrem Işın İle İstanbul Bektaşî Tekkeleri, Cem Dergisi, Sayı: 62, Shf: 50-57, İstanbul
26. İlmiyye Salnâmesi, 1334. İstanbul
27. İshak Hoca, Harputlu, 1290. Kâşifu’l-Esrâr Ve Dâfi’u’l-Eşrâr, İstanbul
28. Kara, Mustafa, 1990. Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler Ve Zaviyeler, Üçüncü Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul
29. Kılıç, Mahmud Erol, 1999. Sultân-ı Zâkirân Yaşar Baba Ve Bir Zâkirbaşılık İcâzeti, İstanbullu Dergisi, Sayı:4 içinde, pp. 74-83, İGDAŞ, İstanbul
30. Koca, Turgut, 1990. Bektaşi Alevî Şairleri ve Nefesleri, İstanbul Maarif Kitaphanesi ve Matbaası A.Ş. İstanbul
31. Koca, Turgut-Erginsoy, A. Nezihi, 1991. Bektaşilğin Coğrafî Dağılımı [Von Hasluck] , Ufuk Matbaası, İstanbul
32. Kocadağ, Burhan, 1998. Şahkulu Sultan Dergâhı Ve İstanbul Bektaşi Tekkeleri, Can Yayınları, İstanbul
33. Külçe, Süleyman, 1944. Osmanlı Tarihinde Arnavutluk, İzmir
34. Laqueur, Hans-Peter, 1997. Hüve’l-Baki, İstanbul’da Osmanlı Mezarlıkları ve Mezar Taşları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul
35. Mehmed Ali Hilmî Dedebaba, Kâşifu’l-Esrâr Reddiyesi, Yazma, Süleymaniye [İzmirli İsmail Hakkı] Kütüphanesi, No:1228
36. Mehmed Süreyya, Sicil-i Osmanî, C. IV.
37. Mehmed Şemseddin, 1997. Bursa Dergâhları-Yâdigâr-ı Şemsî, Hazırlayanlar: Mustafa Kara-Kadir Atlansoy, Uludağ Yayınları, Bursa
38. Mélikoff, Iréne, 1994. Uyur İdik Uyardılar, Türkçesi: Turan Alptekin, Cem Yayınevi, İstanbul
39. Muslu, Ramazan, 2002. XVIII. Asırda Anadolu’da tasavvuf, TC. Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, Tasavvuf Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul
40. Muhibbân Mecmuası, Hacıbeyzâde Ahmed Muhtar Bey, 22 Ağustos 1325-1 Mayıs 1335
41. Noyan, Doç. Dr. Bedri, 1987. Bektâşîlik-Alevîlik Nedir, İkinci Baskı, Ankara
42. Noyan, Doç. Dr. Bedri,1998. Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, I. Cilt, Ardıç Yayınları-Şahkulu Sultan Dergâhı Vakfı Yayınları, Ankara
43. Noyan, Doç. Dr. Bedri, 2001. Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, IV. Cilt, Ardıç Yayınları, Ankara
44. Noyan, Doç. Dr. Bedri, 2002. Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, V. Cilt, Ardıç Yayınları, Ankara
45. Oytan, Tevfik, 1953-1955. Bektâşiliğin İçyüzü, Cilt I. ve II., 3. Baskı, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul
46. Özdamar, Mustafa, 1994. Dersaâdet Dergâhları, Kırk Kandil Yayınları, İstanbul
47. Revnakoğlu, Cemaleddin Server, Yaşar Baba, Revnakoğlu [Galata Mevlevîhânesi] Arşivi, Dosya:A 27,45
48. Revnakoğlu, Cemaleddin Server, 1965. Meşhur Bektâşîler: Yaşar Baba, Tarih Dünyası Dergisi, Sayı 6-7 [15 Mayıs-15 Haziran 1965]
49. Rızâ Tevfiq& M. Clément Huart, 1909. Textes Persans Relatifs A La Secte Des Houroufîs& Suivis D’une Etude Sur La Religion Des Houroufis, Leyden: E.J. Brill, Imprimerie Orientale, Leyden -Holland
50. Sadettin Nüzhet, 1930. Bektaşî Şairleri, Mf. V., Devlet Matbaası, İstanbul
51. Şapolyo, Enver Behnan, 1964. Mezhepler Ve tarikatlar Tarihi, Türkiye Yayınevi, İstanbul
52. Şirvanlı Fatih Efendi, 2001. Gülzâr-ı Fütuhât, Hazırlayan, Mehmet Ali Beyhan, Kitabevi, İstanbul
53. Tanman, M. Baha, 1990. Karyağdı Baba Tekkesi, İstanbul Tekkeleri İçinde, pp. 601-606 [Basılmamış Doktora Tezi, İÜSBE]
54. Ünver, Süheyl, 1996. İstanbul Risaleleri, 5. Cilt, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul
55. Vatin, Nicolas-Zarcone, Thierry,1995. Un Tekke Bektachi D’Istanbul: Le Tekke De Karyağdı [Eyüp], In Bektachiyya, pp. 215-265, Réunes Par Alexandre Popovic Et Gilles Veinstein, Les Editions Isis, Istanbul
56. Yücer, Hür Mahmut, 2001. XIX. Asırda Anadolu’da Tasavvuf, TC. Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, Tasavvuf Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul
57. Yüksel, Müfid, 1997. İstanbul Bektaşi Tekkeleri, Cem Dergisi, S. 71-72 [Ekim-Kasım]
58. Yüksel, Müfid, 2003. İdris-i Bitlisî ve Eyüp’teki Eserleri, VI. Eyüpsultan Sempozyumu, Tebliğler, 10-11 Mayıs 2002. Shf. 72-85, Eyüp Belediyesi Yayınları, İstanbul
59. Yüksel, Müfid, 2002. Bektaşîlik ve Mehmed Ali Hilmî Dedebaba, Bakış Yayınları, İstanbul
60. Zarcone, Thierry- Tanman, M. Baha, 1994. Karyağdı Tekkesi, DBİA, V / 475-476

0 yorum:

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind