İŞARET, GİZ, KUR'AN


Kur’an, sonsuz bir ilim sahibinin bilgisini yansıtan bir semavî belgedir. İfadeleri statik değil, dinamiktir.  Belli olaylar hakkında nazil olsalar bile, benzer olayların hepsine de bakabilirler. Allah’ın sonsuz ilminden gelen ve rububiyetin mutlak makamından aldığı geniş perspektifle olayları/konuları takip eden, her asrın insanına semavî kimliğini ispat etmeyi hedefleyen ve insanların bütün kesimlerine hitap eden Kur’an, kâinatın ezelî bir tercümanı olarak az sözle çok manalar ifade etmektedir.

Kur’an, tevhid, nübüvvet, haşri ispat, adalet ve ubudiyeti tespit edip gerçekleştirmek gibi temel hedeflerini ortaya koymak için, her şeyden önce kendi semavî kimliğini ispat etmek durumundadır. Bunu her asrın insanlarına göstermek ise hikmet ve adaletin gereğidir. Bu sebepledir ki, İslam âlimleri “bir ayetin nüzul sebebinin hususi olması, ifade ettiği mananın umumi olmasına mani değil” demişler. Bu prensipten hareketle, Rum suresinin bu gaybî haberini başka olaylar için de söz konusu etmişler;  örneğin, Kudüs’ün Salahaddin-i Eyyubi tarafından yapılan fethine de tatbik etmişlerdir. Bir işaretin ilmî bir değer ifade etmesi için, onun Kur’an veya hadis gibi bir nasla çelişmemesi, söz konusu ifadeden Arapça dili açısından o işaretin olabileceğini gösteren uygun kelimelerin veya ifadenin bulunmasını yeterli bulmuşlardır.


Zâhir mânâsının dışında, bir kısım ehl-i sülûk veya ehl-i ilim kimselerin kalbine doğan ve âyetin zâhiri ile çelişmeyen gizli işaretlerin ve ilhâmın eseri olarak Kur'an âyetlerini açıklayan tefsir metoduna işârî tefsir denilir.

Kaynaklarda İşârî tefsir

İşârî tefsir, sonradan ortaya çıkmış bir tefsir çeşidi değildir. Kur'an'ın indiği dönemden itibaren bilinmektedir.  Kur'an'ın zâhir mânâsından başka bir mânâ taşımadığını iddia eden Zâhirîlerin dışındaki bütün İslâm âlimleri, işârî tefsir anlayışını kabul etmişlerdir.  İbn Teymiye'ye göre, İslâm hukukunda kıyas ne ise tefsirde de işârî metot odur. Gerek kıyas, gerek işârî metot olsun, her ikisinden de lafzın delâletinden çok, kıyaslama ve tanzir metodu ile mânâ çıkarılır.

"Bu adamlara ne oluyor ki laf anlamıyorlar."  "Hâla Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı."  "Onlar, Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?"  gibi âyetler Kur'an'ın âyetleri üzerinde derinlemesine bir tefekkür ve tedebbürün yapılmasını emretmektedir. Kur'an, muarızlarını söz anlamamakla itham ve bir kere daha düşünmeye teşvik ederken, onların âyetlerın zâhir mânâlarını bilmediklerini kasdetmemiştir. Çünkü onlar da Arap'tır. Ve onlardan bazıları, arapçayı belki bir çok müminden daha iyi bilmektedir. O halde emredilen tefekkür, âyetlerin zâhir mânâsına değil, bâtın mânâsının ve İlâhî muradın bilinmesine yöneliktir.   Nitekim "(Resûlüm!) Biz sana bu mübarek kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik."  âyeti gibi daha bir çok âyet, Kur'an'ın anlaşılması için özel bir çabanın gösterilmesini istemektedir. Demek ki, sonsuz ilimden gelen Kur'an'ın ilk etapta anlaşılabilen zâhir mânâsı yanında, özel bir zihnî temrin veya bir ilhâm, bir mevhibe ilim ve bir feraset gerektiren bâtın mânâları da vardır.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz Kur'an'da değişik ilim dalları ve bölümleri vardır. Onda zâhirî ve batınî hususlar vardır. Kur'an'ın harikaları bitmez ve (sonsuz ilminin) sonuna ulaşılamaz. Onun (mânâ okyanusuna) bilerek ve ihtiyatlı dalanlar kurtulur. İhtiyatsız dalanlar ise helak olur. Onda haberler-meseller, helal-haram, nâsih-mensuh, muhkem -müteşâbih, zâhir-bâtın vardır. Zâhiri tilâvet, bâtını ise te'vildir. Onu âlimlerin meclisine götürün; câhil ve sefih kimselerden uzak tutun."

Adı geçen hadis-i şerife dikkat çeken Âlûsî, işârî tefsire karşı çıkanları tutarsızlıkla itham etmiş ve konu ile igili olarak şu görüşlere yer vermiştir: Bir nebze aklı, hatta zerre kadar imanı olan bir kimse, Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın dilediği kullarının kalbine koyacağı batın mânâların var olduğunu inkâr etmez. Mütenebbî gibi bir şairin divanında yer alan şiirlerinde çok değişik mânâlarının bulunduğunu kabul ettikleri halde, "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.", "(Bu Kur'an) uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden ve her şeyi açıklayan (bir kitaptır)."  âyetlerinde ifade edildiği gibi her şeyi açıkladığını bildiren ve sonsuz ilim sahibi olan yüce Allah'ın,  Kur'an'ın ayetlerine zâhir mânâların yanında, değişik işârî mânâları da yerleştirdiğini nasıl inkar edebilirler?
Kur'an'ın tefsir ve tevile ihtiyaç duymasının, onun apaçık bir arapça olarak gelmiş olmasıyla çelişmediğine dikkat çeken Suyûtî, şu görüşlere yer vermiştir:

Açık bir gerçektir ki kitap yazan her insan, eserini başka açıklamalara ihtiyaç duymaksızın okuyucuları tarafından anlaşılsın diye yazar. Bununla beraber, bu kitapların yine de açıklanmaya ihtiyaçları olur. Bunun üç sebebi vardır:

Birincisi: İfadelerin veciz olmasıyla birlikte derin mânâların ve güçlü bir ilmin sözkonusu olması. Ki bu husus, müellifin fazilet ve kemalini gösterir.

İkincisi: Bir konunun ihtiyaç duyduğu detaylı bilgilerin bulunmaması.

Üçüncüsü: İfadelerin değişik mânâlara açık olması.

Bunun gibi Kur'an'ın indiği asırda sahabelerin açıkca anladıkları zâhir hükümlerin yanında, bilmedikleri veya farklı anladıkları, yahut Hz.Peygamber'e (a.s) sorma ihtiyacını hissettikleri ince bir tefekkür ve tetkik isteyen konular da vardı. Nitekim, "İnanıp da imanlarına herhangi bir zulüm karıştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır."  meâlindeki âyet nazil olduğunda, sahâbeler "Ey Allah'ın Resûlü! hangimiz zulme bulaşmamış ki," diyerek âyetin zâhir ifadesi karşısında içine girdikleri mânevî sıkıntılarını dile getirmişlerdi. Bunun üzerine Hz.Peygamber, "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür." meâlindeki Lokman sûresinin 13. âyetini delil getirerek sözkonusu "zulüm" kavramını şirk olarak açıklamıştı.  Bu da Kur'an'ın zâhir mânâsının yanında herkesin bir çırpıda anlayamayacağı bâtın denilen derin mânâlarının da var olduğunu göstermektedir. Bununla beraber, eğer her şey sanıldığı şekilde apaçık olsaydı, Kur'an'ın "İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik."  âyetinin anlaşılmasında zorluk çekilirdi. Âyetteki "Tebyin"i tebliğe hasretmek doğru değildir. Çünkü, "kendilerine indirilen" tâbiri, tebliği yapılmış âyetlerin açıklanmasının istendiğini gösteriyor. Nitekim görebildiğimiz kadarıyla müfessirlerin hepsi buradaki "Tebyin"den Kur'an'ın izaha muhtaç bölümlerinin tefsir ve açıklaması şeklinde anlamışlardır.

İbn Mes'ud'un: "Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini öğrenmek isteyen Kur'an'ı araştırsın."  şeklindeki ifadesi de Kur'an'ın zâhir mânâlarının yanında ancak tefekkür ve tedebbürle anlaşılabilen mânâlarının da var olduğunu göstermektedir.

İşârî tefsirin kabul şartları

İbn Kayyim el- Cevzi'ye göre tefsirler genel olarak üçe ayrılır:

1- Kur'an'ın lafızlarının açıklamasını esas alan tefsir anlayışı (Lafzî tefsir) Müteahhir âlimlerin metodu budur.

2- Kur'anın vermek istediği mesajı esas alan tefsir anlayışı (Mânevî tefsir) Bu, daha çok Selef âlimlerinin kullandığı metottur.

3- İşârî tefsir: Sûfilerin çoğu ve daha başkalarının kullandıkları bu metot dört şartla kabul edilir:

a- Çıkarılan işârî mânâ, âyetin sarih mânâsı ile çelişmemelidir.
b- Çıkarılan mânâ kendi zatında da şer'i delillere göre doğru olmalıdır.
c- Âyetin ifadesinde, çıkarılan mânâyı gösteren bazı işaretler bulunmalıdır.
d- Çıkarılan işârî mânâ ile sözkonusu âyet arasında bir münasebet bulunmalıdır. Bu dört şart meydana geldiği taktirde çıkarılan işârî mânâ, makbul ve güzel bir istihraç olur.

Bu dört şartı şöyle de değerlendirmek mümkündür:

a/ İşârî yolla çıkarılan bâtın mânânın Kur'an'ın zâhir mânâsına aykırı olmaması.
b/ Başka bir yerde bu mânânın doğruluğunu teyid eden şer'î bir şahidin bulunması.
c/ Verilen bu mânâya şer'î veya aklî bir muarızın bulunmaması 

d/ Verilen bâtın mânânın tek mânâ olduğu ileri sürülmemesi.

Şâtibî'ye göre, işârî tefsirin kabul şartları iki tanedir:

Birincisi: Çıkarılan işârî mânânın, arapça dil kurallarına uygun olması. Çünkü Kur'an arapça olarak indirilmiştir.

İkincisi: Çıkarılan mânânın doğruluğunu gösteren şer'i bir şâhidin (kanıtın) bulunması.

İşârî tefsirle ilgili misâller

1. Hz.Peygamber'in Vefatı

Müslim'in rivâyetine göre, Hz.Âişe, Peygamber Efendimiz'e (a.s) son zamanlarında tesbih, tahmid, tevbe ve istiğfarı çoğaltmasının sebebini sormuş, O da "Rabbim, ümmetim içinde Nasr sûresinde zikredilen alâmetleri gördüğüm zaman bu zikirleri çoğaltmamı istedi. Ben de onları gördüm." demiştir.  Ebu Ya'la'nın yaptığı rivâyete göre, İbn Ömer şunları söylemiştir: "Bu sûre (Nasr), Vedâ haccında ve teşrik günlerinde indi. Bunun üzerine Hz.Peygamber, artık vedalaşma zamanının yakın olduğunu anladı."

Bu hadisler, Kur'an'ın zâhirden başka bâtın mânâsının da bulunduğunu göstermektedir. Çünkü bu sûreden öncede tesbih ve istiğfarı emreden âyetler inmiş, ancak Hz.Peygamber, burada daha farklı bir tutum sergilemiştir.

Abdullah İbn Abbas anlatıyor: Hz.Ömer Bedir gazvesinde bulunmuş büyük sahabeler ile birlikte beni de meclisine alıyordu. Bazıları  (Abdurrahman b. Avf) bunu hazmetmeyip    "çocuğumuz yaşında olan bunu niye bizimle beraber bulunduruyorsun.?" dediler. Hz.Ömer de onun kim olduğunu göreceksiniz dedi. Ve birgün beni çağırdı. Beni bu kez sırf onlara göstermek için çağırdığını hisettim. Nihâyet mecliste onlara sordu: "Nasr sûresi için ne düşünüyorsunuz, bu sûre neyi anlatıyor?" Bazıları "Allah'ın yardımı ve Mekke fethi olduğunda tesbih, tahmid ve istiğfar yapmakla emrolunduk" dediler. Bir kısmı da cevap vermeyip sukût ettiler. Bunun üzerine Hz.Ömer bana dönüp: "Sen de böyle mi düşünüyorsun?"dedi. Hayır, dedim. "Bu sûre Peygamber'in vefatını haber veriyor. Allah bununla şunları buyuruyor : "(Resûlüm!) Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman -ki, bu senin ecelinin alâmetidir.- Rabbini hamd ile tesbih et ve bağışlanmanı dile. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir." Bunun üzerine Hz.Ömer: "Ben de şu dediklerinden başka bir şey bilmiyorum." dedi.

İbn Hacer, bu  hadise dayanarak işârî tefsirin câiz olduğunu, bunun ilimde derinleşen kimselerin yapabileceğini söylemiş ve Hz.Ali'nin "Allah'ın bir kimseye verdiği Kur'an'ı anlama kabiliyeti" şeklindeki sözüne dikkat çekmiştir.

2. Dinin Kemâle Ermesi

" Bu gün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim." âyeti indiği zaman, sahâbeler sevinmeye başlamışlardı. Ancak, Hz.Ömer,  her kemâlin bir zevâli var olduğunu düşünerek, Hz.Peygamber'in yakında vefat edeceğinin sinyallerini almış ve ağlamıştı. Hz.Ömer'in bu istinbatı, şüphesiz bir işârî mânâya göre olmuştur.

3. Dört Halife 

Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kâdirdir. Onlar, başka bir şey değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir, şeklindeki âyetlerde, muhacir müminler övülmekte ve bunları takip eden âyette ise "Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namaz kılar, zekât verir, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah'a varır." şeklindeki ifadelerle muhâcirlerden bazılarının yeryüzünde iktidar olacakları vurgulanmıştır.

Ünlü Hanefî fıkıh âlimlerinden Cessas, genel olarak muhâcirlerden bahseden bu âyetlerin, dört Râşid Halifeye işaret ettiklerini söylemiştir.  Yine Cessas, "Allah, sizlerden îman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri halef/hükümran yaptığı gibi onları da yeryüzünde halef (hakim-halife) yapacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir"  mealindeki âyetin, Hz.Peygamber'in nübüvvetinin sıhhatine delâlet ettiği gibi dört halifenin hilafetlerinin sıhhatine de işaret ettiğini ifade etmiştir.

Bediüzzaman'ın, Nur Risalelerindeki işârî tefsirle ilgili yaptığı bir değerlendirme, O'nun bu konudaki görüşlerini çok güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Sözkonusu değerlendirme şöyledir:

Bu günlerde Rumuzât-ı semâniyeye ait iki risaleyi ehemmiyetli talebelerle bir yere gönderdim. Yol kapandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalaa ettim; fikren dedim ki, bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda niçin sevkedilmeden perde indi, başka yola sevkedildik, çalıştırıldık. Birden ihtar edildi ki: O gaybî esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumi ihtiyaca medar ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve İslâmiyetin temel taşları olan hakâik-i imâniye hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar gelecekti. En büyük ve en yüksek maksat olan hakâik-i imaniyeyi ikinci derecede bırakacaktı. Onun içindir ki: "Sûre-i İzâ câe nasrullah" remzinde esrâr-ı gaybiye gösterildi; birden kapandı, perde indi. Hem bu sır içindir ki, o yolda fazla istihdam edilmedik, yalnız o meslek-i tevâfukiyenin tereşşuhâtından Risale-i Nur'un hakkaniyetine bir imza ve cezâletine bir ziynet ve hurûf-u Kur'aniyenin intizamından ve vaziyetlerinden tezahür eden bir nevi i'caz çıktı. Daha o yolda çalıştırılmadık.

Bediüzzaman'ın kullandığı işârî tefsir metodunun büyük çoğunluğu, içinde bulunduğu şartların tesiriyle Kur'an'ın hizmetindeki arkadaşlarını mânen güçlendirmek ve yaptığı hizmetlerin kutsiyetini ortaya koymakla, o zorlu ve sıkıntılı dönemeçten ilmî ve aklî bir tarzda yumuşak bir geçiş yapmaya yöneliktir. Nitekim kendisi konu ile ilgili olarak şu değerlendirmede bulunmuştur:

Eskişehir hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kutsî bir teselliye pek çok muhtaç olduğumuz bir hengamda, mânevî bir ihtarla, "Risale-i Nur'un makbûliyetine dair eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki, "Yaş, kuru her şey apaçık bir kitaptadır." mealindeki âyetin sırriyle en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'andır. Acaba Risale-i Nur'u, Kur'an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur'an'dan istimdat eyledim. Birden otuzüç âyetin mânâ-yı işârî tabakasında ve o mânâ-yı işârî külliyetinde bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve eserlerin bu işaretlere lâyık olduğunu gösteren bazı karinelerin bulunduğunu bir saat zarfında hissettim. Bunların bir kısmını mücmel, bir kısmını ise tam açık bir şekilde gördüm. Öyleki, bunun doğruluğu konusunda, bende hiçbir şüphe, vehim ve vesvese kalmadı. Ben de ehl-i imanın îmanlarını Risale-i Nur'la muhafaza niyetiyle o kat'î kanaatımı yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim.

Bediüzzaman, bu konuyu işlerken, âlimlerin genel olarak kabul ettikleri işârî tefsirin kabul şartlarını gözönünde bulundurduğunu özellikle vurgulamıştır:

Biz, o risalede "âyetin sarih mânâsı budur" demiyoruz ki, hocalar "fîhi nazar" desin. Bizim dediğimiz şudur: Kur'an'ın sarih mânâsından başka bir de işârî mânâsı vardır. Bu işârî mâna da bir küllîdir ki, altında pek çok fertler bulunur. Her zamanda bulunduğu gibi bu zamanda da Risale-i Nur o külliyet içerisine dahil bir ferttir. Risale-i Nur'un bu asırda Kur'an'ın bu işaretlerine mazhar olduğunu gösteren delillerden biri: Eskiden beri âlimler arasında kabul gören cifir ve riyazî (ebced hesabı) düsturudur. Bununla beraber bu gösterilen işaretler, Kur'an'ın âyetlerini ve sarahatini değil incitmek, aksine i'caz ve belâğatına hizmet ediyor. Bu çeşit gaybî işâretlere itiraz edilmez. Tahkik ehlinin, Kur'an'dan hadd-u hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

Kur'an'ın Risale-i Nur'a işaretleri çerçevesinde yapılan diğer bir değerlendirmede ise şu noktalara dikkat çekilmiştir:

Kur'an, sonsuz ilmiyle her asırda bulunan bütün fertlere bakabilir. Çünkü, Kur'an'ın âyetlerinin sarih mânâsından başka işârî, remzî ve zımnî  müteaddit tabakalarda mânâları vardır. Her asırda olduğu gibi bu asırdaki ehl-i îman da saadet asrının müminleri gibi "Ey iman edenler!" şeklindeki Kur'an'ın hitaplarına dahildir. Ve üstelik bu asır, İslâm nazarında önemlidir ve dehşetlidir. Kur'an ve hadisler, ehl-i imanı onun fitnesinden sakındırmak için gaybî ihbarları ile bu asrı önemle haber vermiştir. Bütün bu noktalar gözönüne alındığında eskiden beri sağlam bir düstur olan riyazî, cifrî ve ebcedî hesapla Risale-i Nur'un makbûliyetine dair gösterilen işaretler, kuvvetli birer emare olabilir. Çünkü Risale-i Nur ve tercümanı ve şâkirtlerinin, iman ve Kur'an hizmetinde gösterdikleri parlak ve tesirli hizmetleri gâyet ehemmiyet kazanmıştır.

Fâtiha sûresinde nimetlendirilmiş kimseler olarak ifade edilen ve Asr sûresinde ise iman edip salih amel işledikleri için zarardan kurtulmuş olarak müjdelenen taifeler içinde Risale-i Nur'un has şakirdlerinin, özellikle yer almalarının sebebi anlatılırken şu görüşlere yer verilmiştir:

Risale-i Nur, herkes tarafından kolayca anlaşılamayan bir takım derin dinî meseleler ve Kur'an'ın hakikatlerinden yüze yakın konuları ilim ve mantık ölçüleri içerisinde açıklığa kavuşturmuştur. Eğer söz konusu meseleler açıklanmasaydı, bir çok kimse o konularda şüpheye düşer belki de imanını kaybederdi. Bu tılsımların açılması ve o müşkillerin çözülmesinden sonra Allah'ın izniyle şimdi bütün dinsizler toplansa, artık inananlara galebe edemezler.

Risale-i Nur'un makbûliyetine dair âyetlerin işârî mânâlarının işlendiği "Sikke-i Tasdik-i Gaybîyye" adlı eser hakkında şu görüşlere yer verilmiştir:

Bu eser, baştan aşağıya kadar bir tek neticeye bakar. O da bine yakın emarelerle, Risale-i Nur'un makbuliyetinin imzalanmış olmasıdır. Böyle bir tek dâvâya bu kadar güçlü ve ayrı ayrı yönlerden gelen binler emâre, işâret ve îmaların bulunması ve onu göstermesi, ilmelyakîn değil, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde o davayı isbat eder.   Müellife göre, Risale-i Nur'un makbuliyeti için gösterilen işaretlere itiraz edenler, gâyet basit düşünen veya inat gözüyle konuya bakan kimselerdir.

4. Fetih sûresi /27-28-29

Bediüzzaman'ın tesbitine göre, bu üç âyette değişik i'caz vecihleri vardır. Bu i'caz vecihlerinden bir tanesi olan gaybî ihbar vechi itibariyle, âyette yedi-sekiz gaybî haber sözkonusudur. Bu gaybî haberlerin bir kısmı, zâhir, bir kısmı da işârî tefsir çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Birincisi: "Allah, Resûlünün rüyasını onaylamıştır. Kesinlikle Mescid-i Haram'a gireceksiniz.." ifadesidir. Tarihin şehadetiyle Mekke'nin fethinden iki yıl önce verilen bu haber, olduğu gibi gerçekleşmiştir.

İkincisi: "Allah ondan (Mekke fethinden) önce yakın bir fetih daha gerçekleştirdi." cümlesidir. Bu ifadeyle Kur'an, zâhir olarak müslümanların aleyhinde görünen Hudeybiye antlaşmasının aslında büyük bir fetih olduğunu vurgulamıştır. Gerçekten, bu antlaşma ile maddî kılınçlar atılmış, Kur'an'ın gerçekleri haykıran ilim, irfan ve ahlâkî değerlerden oluşan mânevî elmas kılıncı, hazırlanan diyalog zemininde akıl ve gönülleri fethetmiştir. Kur'an'ın ilmî, aklî ve insanî değerlerini yakından görenler guruplar halinde İslâm'a girmişleridir.

Üçüncüsü: "Korkmadan Kâ'beyi tavaf edeceksiniz" meâlindeki “lâ tehâfûn” cümlesidir. Arap yarımadasındaki bedevi arapların ekseriyeti düşman olduğu gibi Mekke ve civarındaki Kureyş müşriklerinin büyük çoğunluğunun da düşman olduğu bir zamanda böyle bir haberin verilmesi, arap yarım adasının itaat altına alınacağı ve bütün Kureyş kabilelerinin İslâmiyete gireceği anlamına geliyordu. Ve verilen haberin aynen çıkması, şüphesiz Kur'an'ın bir i'caz parıltısıdır.

Dördüncüsü: "O, öyle bir Allah ki, bütün dinlerin üzerine çıksın diye peygamberini hidâyet ve hak dinle gönderdi." ifadesidir. Âyetin indiği dönemde  Hristiyan, Yahûdi ve Mecûsî dinleri, Roma, Çin ve İran (Sasanî) gibi yüzmilyonlarca tebası bulunan cihangir devletlerin resmi dini idi. Üstelik Hz.Peygamber, kendi küçük kabilesine karşı bile tam galebe edemezken, böyle büyük cihan imparatorluklarına karşı zafer va'd etmesi elbette bir mucizedir. Çünkü, istikbâl bu gaybî ihbarı güzel bir şekilde tasdik etmiştir.

Beşincisi: "Muhammed Allah'ın Resûlüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rukûa varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler" şeklindeki cümlelerdir. Bediüzzaman'a göre bu âyet, açıkça sahabelerin güzel hasletlerinden sözedip onları övdüğü gibi işârî mânâsı ile de sahabilerin büyükleri ve reisleri olan dört halifeye işaret etmektedir. Çünkü, âyette gözetilen tertip ve aynı sıraya göre belirtilen özelliklerin dört halifenin hilafet sıralamasına göre olması, onların özellikle kasdedildiğinin delilidir. Şöyle ki: Hz.Muhammed'den hemen sonra zikredilen ve "onunla birlikte bulunanlar" ifadesi, Hz.Ebû Bekir'e tam uyuyuyor. Gerçekten kendisi, hayatı boyunce âyette ifade edildiği gibi Hz.Peygamber'e hususî arkadaşlığıyla daima O'nun yanında olmuştur. Herkesten önce ilk müslüman olmuş, hicret esnasında ve meşhur sevr mağarasında Allah'ın elçisine arkadaş olmuş, O'nun vefatından sonra ilk defa onun yerine geçip halife olmuş, sonra vefat ederek, Hz.Peygamber 'e (a.s) ilk kavuşan halife olmuş ve bizzat yanında medfun bulunmuştur. "Kâfirlere karşı şiddetlidirler" cümlesi ise ikinci sırada zikredilmek sûretiyle hem mânâ hem de sıra numarasıyla dünyanın en büyük devletlerini titretmiş olan ikinci halife Hz. Ömer'e işarettir. "Kendi aralarında merhametlidirler." ifadesi, üçüncü sırada yer almakla, hem mânâ hem de sıra numarası ile üçüncü halife olan ve müslüman kanının dökülmemesi için canını feda edecek kadar merhametli bulunan Hz.Osman'a işarettir. Dördüncü sırada zikredilen "Onları rukûa varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler." şeklindeki ifade ise hem mânâ hem de sıra numarasıyla  dördüncü halife ve ilim, ihlas ve ibadetiyle meşhur olan Hz.Ali'ye işarettir.

Altıncısı: "Bu onların Tevrat'taki vasıflarıdır." mealindeki ifadedir. Bediüzzaman'a göre, bu ifadede iki yönden gaybî haber sözkonusudur:

a. Bu âyet açıkça sahabelerin önemli özelliklerinin Tevrat'ta da geçtiğini bildirmektedir. Bu kadar değişik dillere tercüme edilmesine ve tahrife uğramasına rağmen yine de "Kudsîlerin bayrakları beraberindedir"mealindeki ifadesiyle Tevrat, onların sâlih ve kudsî bir hayata sahip olduklarını ifade etmiş ve Fetih sûresinin sözkonusu âyetini tasdik etmiştir. İşte, okuma yazması olmayan Hz.Muhammed'in, Tevrat'taki konuları haber vermesi, bu gaybî haberin bir yönünü teşkil etmektedir.

b. Adı geçen âyette ifade edildiği gibi sahabeler ve onları takip eden tabiînler, rukû ve secdelerle öyle mübarek simalar kazanmışlar ki, tarih onların bu özelliklerini sonradan gelen nesillere özellikle aktarmıştır. Demek ki bu ifadede biri geçmiş, biri de geleceğe ait olmak üzere iki çeşit gaybî haber yer almıştır.

Yedincisi: "Ve bu onların İncilde zikredilmiş vasıflarıdır." mealindeki ifadesi de iki cihetle bir gaybî haberdir:

a. Ehl-i Kitab’ın pek çok alimlerine rağmen, onların kitapları hakkında çekinmeden konuşmak, okuma-yazması olmayan, ümmî Peygamber Hz.Muhammed (a.s) için bir gaybî haber niteliğindedir. Ve İncil'de yer alan "Ben gidiyorum ta âlemlerin reisi gelsin" ve "gelecek peygamber kılınç sahibi olacak, cihada memur olacak. Ümmeti de öyle olacak." cümleleri ile Hz.Muhammed'in arkadaşları olan sahabelerin, dünyaya reis olacaklarını haber vermekle bu âyetin mânâsını tasdik etmiştir. İşte Hz.Peygamber gibi bir ümmînin İncil'deki haberleri doğru olarak haber vermesi onun hak ve doğruluğunun bir delilidir.

b. Tarih, Sahabelerin tarihin seyri içerisinde İncil'in haber verdiği gibi önce çok zayıf bir konumda oldukları halde daha sonra, İslâm müntesiplerinin zamanla sahip oldukları cihan devletlerinin temellerini attıklarını göstermekle, bu haberin diğer bir yönünü doğrulamıştır.
Bediüüzzaman'a göre, Fetih sûresinin gerek başında ve gerekse sonunda yer alan "mağfiret" kavramı,  sahabeler arasında meydana gelen savaşlara işaret etmekle ayrı bir mucizeyi göstermiştir. Çünkü sitayişkârâne sahabelerden sözedildiği aynı yerde, bağışlamayı ifade eden "mağfiret" kelimesinin yer alması, kusurların varlığına delâlet etmekte ve onlara af müjdesini vermektedir.

Abdulkadir Geylânî (k.s), mezkûr âyetin aynı anlamdaki işârî mânâsını, İmam Cafer-i Sadık (r.a.)'tan, o da babası Muhammed Bakır'dan nakletmiştir. Geylânî'nin belirttiğine göre, âyette ayrıca Aşere-i Mübeşşereden olan diğer zatlara da işaretler sözkonusudur.

"Kim Allah'a ve Resûlüne itaat ederse, onlar Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddikler, şehitler ve salihlerle beraberdirler. Onlara arkadaş olmak ne güzeldir"  mealindeki âyette dört râşit halife ile birlikte Hz.Hasan'ın da hilafetine işaret edilmektedir. Buna göre, âyette yer alan ifadelerde hem mânâ, hem de tertip sıraları ile beş râşit halifeye işaret edilmiştir. Çünkü âyette, Allah'ın lütfuna mazhar olmuş peygamberler taifesi, sıddikler kafilesi, şehitler cemaati, çeşitli salâhat ehli ve tabiînlere dikkat çekilmektedir. Âyette açıkça İslâm âleminde adı geçen beş kısım insanların en mükkemmelleri böylece gösterildikten sonra, onların reislerine de ayrıca işaret yapılmıştır. Âdem'den beri gelen insanlar içerisinde bu beş kısım, şüphesiz insanların en mükemmelleridir. Adı geçen hususlar Kur'an'da sözkonusu olduğuna göre, bunların, her asırdan daha çok, Kur’anın kendi dönemine ait yönlerinin daha fazla olmasını gerektirmektedir. Buna göre, "Peygamberler" tabiri, Hz.Muhammed'e baktığı gibi "sıddikler" tabiri, birinci Halife Hz.Ebû Bekr-i Sıddik'e işaret etmektedir. Yine "şehitler" ifadesi, ilk halifeden sonra gelen üç halife Hz.Ömer, Hz.Osman ve Hz.Ali'nin şehit olacaklarını haber vermektedir. "sâlihler" kelimesi ile Suffe, Bedir ve Rıdvan ashabı gibi mümtaz sahabelere işaret etmektedir. "Onlara arkadaş olmak ne güzeldir." ifadesi ise açıkca, sahabeye arkadaş olan tabiînlere baktığı gibi işârî mânâsı ile de Hz.Hasan'ın beşinci halife olduğunu göstermektedir. Çünkü ifadede yer alan "Hasüne" kelimesi müstetbeatü't-terâkip kaidesiyle Hasan ismini çağrıştırdığı gibi âyette zikredilen vasıfların beşincisi olarak yer alması da onun beşinci halife olduğuna bir işarettir. Özellikle kendisinden önce "sâlih" kelimesinin kullanılması, Hz.Hasan'ın en bariz tarihî vasfı olan sulhcu/barışçı olma özelliğini de gözler önüne sermektedir. "Bu oğlum Hasan seyyiddir. Allah ilerde onunla iki büyük taifeyi barıştıracaktır."  meâlindeki hadise mazhar olan ve "Benden sonra hilafet otuz yıldır."  hadisinin ifade ettiği şekilde altı aylık hilafet müddetiyle birlikte râşit hilafetin otuz yılını tamamlayan Hz.Hasan, tarihin şehadeti ile de bu âyetin işaretine en lâyık bir konumdadır.
NİYAZİ BEKİ

0 yorum:

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind