AYET ve MUCİZE


Çağımızda yaşayan Müslüman yazarların en büyük zaafı, dil, edebiyat ve kadim gelenekleri bilmemeleridir. 3. Sınıf materyalistlerin ve oryantalistlerin gayr-ı ciddi kitaplarını menba-ı ilim sanmalarıdır. Dinin temel kaynaklarını anlamamalarıdır. Lafız ve mealde boğuluyorlar, manaya geçemiyorlar. Şekil ve biçimden, öze geçemiyorlar. Başta Kur’an olmak üzere o kutsal kaynaklardan içemiyorlar.

İhsan Eliaçık Hoca, Hz.Muhammedi küçük düşürecek medyatik bir makale yazdı. Makalesinin özeti şudur:İnsanlar özellikle Mekke Müşrikleri genelde Peygamberleri büyücü (sihirbaz) veya cinlerden bilgi alan kişiler olarak görmek istemişlerdir. Bugünkü Müslümanlar da, mucizeleri kabul etmekle, müşrikler gibi oluyorlar. Müslümanlar, Peygamberin cinlere inanan Nusaybin’den gelen bir kafile ile görüşmesini, cinlerle görüşmek, sanıyorlar. Bugünkü Müslümanların Peygamber algısı “Alice Harikalar Diyarında” ki gibi bir algıdır. Başta 19. Mektup olmak üzere mucizelerle ilgili anlatılar, rivayetler, bütün İslam tarihi yanılgıdan başka bir şey değildir. İşte bu basit ve yanlış iddialara cevap vermeye çalışacağım.

Tarih boyunca, varlığa, hayata ve ölüme karşı insanların tepkisi ve algısı üç şekilde olmuştur ve insanlar bu konuda üç sınıfa ayrılmışlardır.

1)Hayat ve varlık serüveninde hiçbir mana, hiçbir realite yok” diyerek, nihilistleşen, enerjilerini kaybeden grup ki, değişik isimler altında da olsa insanların çoğu bu bataklıktadır. Bu insanları kurtarmak için, olağanüstü fenomenler ve icraatlar verimli olmuyor. Çünkü zihinsel anlamda, bu gerçekleri, doğru olarak algılamayacak kadar geridirler. Bu insanları kurtarmak üzere, onları eğitecek, kalb ve kafalarını açacak en doğal ve gerçek yol ve yöntem, peygamberlik müessesesidir. İşte hem imtihan ve yaradılış yani gelişme esprisine aykırı olmamak, hem insanların çoğuna faydalı olmak için; din yani vahiy ile gelen semavi dinler, olağanüstü fenomenlerden ziyade, insanlara varlığın ve hayatın manasını ve gerçeğini gösterir ve yaşattırırlar.
Din ve Vahiy, bu sonsuz mana ve gerçeklerin her birisine “ayet” diyor. Yani asıl gerçeklik, asıl anlam, asıl varlık evrenin süreklilik gösteren yasalarında ve bu yasaların pratize edilmiş şekilleri olan somut varlıklardadır; diyor din. Kur’an daha sonra göreceğimiz gibi, az da olsa, olağanüstü bazı gerçeklere de “ayet” diyor.
Kur’an’da 380 defa zikredilen bu anahtar kelime için, el-Müfredat, Lisanul-Arab ve Basair gibi temel kaynaklar şöyle diyor:

Ayet: Alâmet, açık belirti; yani insanı açık bir varlıktan gizli gerçekliğe götüren işaret, olay ve nesne.
Bu kelime, ‘hangisi’ anlamına gelen ‘eyyü’ kelimesinden türemiştir. Çünkü ayet, neyin ne olduğunu gösterir. Yani insana, neyin gerçek olduğunu, neyin gerçek olmadığını bildirir, onu tereddütlerden kurtarır. Sahih bir görüşe göre de; bu kelime, ‘sağlam dayanak, insanı sarsıntılardan kurtaran bilgi’ manasına gelen ‘teeyyi’ kelimesinden türemiştir. Bu “teeyyi” ve onun mücerred kökü olan “eviye” kelimesinin etimolojik anlamı ise, “ev sığınak, korunak” demektir; çünkü gerçeklik ve gerçekliğin işareti olan ayet, insanı dağılmaktan anarşiden ve bunalımdan kurtarır. (el-Müfredat ve kısmen Lisanul-Arab)

Bu anlamıyla Kur’an’ın, bir hüküm, bir bilgi veren bütün cümlelerine “ayet” denilebilir. Sonradan bu kelime ıstılahî olarak ayetlerin fasıla ve kafiyelerine konulan duraklar manasında kullanılmıştır. Bu fasılaların sayısı “6236”dır. (Basair) Fakat eskiden beri müfessirler “Kur’an’da 6666 ayet ve ahkâm vardır.” demişler. Bu farkı bilmeyen bazıları ise, şüpheye düşüyor...

Kur’an’ın 380 sefer tekrar ettiği bu ayet realitesinin 360’ı “sünnetullah ve vahyin gerçekleri” manasına gelirken; bir kısmı da, bizim bugünkü Türkçemizde, olağanüstü bir şekilde ilahi iradeyi gösteren “mucize” anlamında zikredilmiştir. Şöyle ki: Evvelki ilkellerin inkâr etmeleri dışında, bizi mucizeleri insanların başına indirmekten alıkoyan başka bir sebep yok. Mesela Semud Kavmine gözle görünecek kadar (açık) –deveyi- bir mucize olarak verdik. Fakat ona zulmettiler. Bununla beraber, eğer fayda verecek ise, biz mucizeleri, ancak korkutmak (yani doğru yola getirmek) için indiririz. [İsra/59]

Kur’anın eğitim planında korkutmak ve batırmak yoktur; uyarı ve kurtarmak vardır. Ancak ilkel insan uyarıdan anlamaz; onu uyarmak için tek çare korkutmaktır. İşte bu gerçeklik için ilkellere yönelik olan bu ayet, uyarı yerine korkutmak kavramını kullanmıştır.

Ragıp El- İsfehani, bu son cümledeki “ayetlerden” maksat, eski ilkel kavimlerin başına gelen, ilâhi bilinç ve müdahaleyi gösteren belalardır, diyor. Bu 59. ayetten biz İslam ümmetine düşen hisse ise şudur:

Kuran kıssalarının genellikle, Semud ve Firavunu beraber zikretmesinden anlaşılan: Firavun Batı kültürünü ve medeniyetini temsil ediyor. Semud ise, Doğu kültürünü ve medeniyetini temsil ediyor. Gerçekten Salih’in devesinden çok daha fazla verimli olan Kur’an, gözle görünen harika bir mucize olarak, Doğu milletlerine verilmiştir. Fakat insanlar, o deveye zulmediyorlar. Bazıları da onu alet ederek zulmediyor ve dengesiz gidiyor.
[“Nâkate” kelimesi 551 ediyor ki bu sayı 19’un 29 katıdır. Kur’an’ın gözle görünen 29 harfle yazılmış ve gözle görünen 19’lu binlerce tevafukunu hatırlatıyor. Bu 19 meselesinde de bazıları ona zulmetti. Bazıları da 19’u kullanarak zulmettiler, dengesiz gittiler.]

2) Varlığa, hayata ve ölüme karşı tepki gösteren 2. grup insanlar ise, azgınlardır. Yani, bu insanlar maddeye, somuta, maddi lezzetlere o kadar dalmışlar ki, hayatın bütün gerçekliği sadece bunlardır, diyorlar; dengesiz gidip zulmediyorlar. Azıyorlar, tabiatı, kendilerini ve sosyal hayatı zehirliyorlar. Akıl ve kalplerini kaybettiklerinden, binlerce bilgi, ayet ve bilimsel veri, bu insanları alışkanlıklarından alıkoyamaz. Ancak, somut mucizelerden ve somut ilâhi azaplardan anlayabilirler. İşte bu 1. ve 2. grup insanlara karşı Kur’an’ın gösterdiği mucizevî ayetler:

1. Ayet: (3/47–50)
Meryem:
[ey] Rabbim, insan eli bana dokunmadığı halde, nereden ve nasıl benim çocuğum olur?!
[Dedi ki:] Allah bu şekilde, meşieti ile istediğini yaratandır. Bir işin olmasını kararlaştırdığında, sadece ol, der, o şey oluverir.
[Yani İsa, bir boyutuyla Meryem’in oğludur. İnsanoğludur. Meşiet-i İlâhiye Kanununun bir meyvesidir. Fakat başka bir boyutuyla babasız yaratılmış; adeta bütün varlık âleminin entegre olup onu istemesiyle (Allah’ın sonsuz iradesinin emriyle) doğmuş, canlı bir mucizedir.]
Allah ona kitabı [yasayı] ve hikmeti [özel ilahi iradeyi] ona Tevrat (Yasa) ve İncili (Hikmeti) öğretir. Ve o İsa, Beni İsraile [yani gelişmişlere; ilkellere değil] bir elçi olarak gelir; mesajı şudur: “Ben size Rabbinizden bir ayet (mucize) ile geldim. Ben çamurdan Kuş şeklini yapar, içine üflerim, Allah’ın izniyle Kuş olur... Körü ve cüzzamlıları iyileştirir, Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim ve sizin evlerinizde yediğinizi ve stok ettiğinizi size bildiririm.
İşte hem yasal, hem olağanüstü olan bu orta yolda sizin için bir ayet (dayanak, belge) var. Eğer inanmak isterseniz.
[Çamur yasayı, üfleme ruh ve mucizeyi; tedavi yasayı, ölüleri diriltmek, mucizeyi; yemek yasayı, görünmeyeni bilmek, mucizeyi gösterir.]
Hem Tevrat’ı ve yasayı tasdik ve uygulamak hem de şeriatın bazı şeklî durumlarını kaldırmak için geldim. Bunu Rabbimin geliştirici ve eğitici buyruğuna dayanarak yaptığıma dair size bir belge (ayet) de getirdim. Artık, Allah’ın imtihan (bu iki boyutlu sisteminin sizi selekte) etmesinden korkun! Ve elenmekten (doğal seleksiyon) kurtulmak için bana itaat edin. Allah benim de, sizin de Rabbinizdir. (Beni mucizevî olarak, sizi de yasal olarak yaratmıştır.) İşte bu bütünlük çerçevesinde ona kul olun! Orta yol, Sırat-ı Müstakim budur.
[Yoksa insan ya materyalist olur veya dinî değerlerini kaybeden bir spiritualist olur. İkisi de dengesizlik ve zulümdür.]

2. Ayet: (6/37)
Dediler ki, neden onun Rabbinden ona somut bir mucize inmedi?
Sen de ki: Allah mevcut düzene bağlı kalmak zorunda değil. O, mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilgisiz olduklarından, ne yasayı, ne mucizeyi, ne de hidayet ve dinlemeyi bilirler!
[Aslında bu 37. ayetten sonra gelen 38. ayette anlatılan hayatın mucizevî serüveni, sayısız mucizeleri içerir; eğer ilim gözüyle buna bakabilseler...]

3. Ayet: (A’raf/ 132–136)
Biz Firavun milletinin üzerine (yiyeceklerine) sel, çekirge, bitki biti; (içeceklerine) kurbağalar ve kan indirdik... Yorum götürmez (mufassal) mucizeler olarak. Fakat kibirlerinden dolayı bunu göremediler. Azgınlıklarına devam ettiler. Bunun üzerine yaşamaya asla izin vermeyecek kadar bir pislik onların üzerine geldi. İşte o zaman Musa’ya sığındılar. Eğer bu belayı kaldırırsan; sana inanacağız, dediler. Biz o belayı belli bir müddete kadar onlardan kaldırınca, sözlerinde durmadılar. [Çünkü iman, ihlâsı gerektirir. Onlar ise menfaat için öyle demişlerdi.] Bu insanlara iman nasip olmadığı gibi başlarına tamamıyla yok olma (suda boğulma) gibi daha büyük bir bela gelir.
[Bu gibi tedrici yani imtihan sırrına aykırı olmayacak musibetler, genellikle her çağda gerçekleşiyorlar; yani ayetteki bilgi evrensel bir yasayı gösteriyor, sadece tarihî bilgi vermiyor.]

4. Ayet: (Ra’d/ 7)
O inkârcılar diyorlar ki: Neden onun Rabbinden bir âyet (mucize) inmedi?! Sen de ki: Benim yani dinin asıl görevi, uyarmaktır. Bununla beraber, her kavmin (hak ediyorlarsa) hidayetine sebep olacak bir mucize vardır.
[Yani, 8–10. âyetlerin izah ettiği gibi; eğer onlar, yasal ve mucize, artı ve eksi, gayb ve şehadet, aşkınlık ve içkinlik, gizli ve açık, gece ve gündüz, geçmiş ve gelecek, irade-i cüziye ve irade-i külliye, korku ve umut gibi zıtların bütünlüğünü ve nasıl sonsuz bir bilinç içerdiğini bilselerdi, böyle saçma isteklerde bulunmazlardı.]

5. Ayet(Yunus/20)
Diyorlar ki: Neden onun Rabbinden, onun üzerine somut bir âyet (mucize) indirilmedi?! Sen de ki; mucize, gaybi bir gerçektir. Gayb tamamıyla Allah’ın elindedir. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
Demek, Allah isterse mucize yaratır. O kendi koyduğu kanunlara bağlı kalmak zorunda değildir. Fakat O, mucizeleri ancak istediği zaman ve şu aralıkta gösterir:

1. Kâinatın diyalektik dengesine aykırı olmadan…
2. İmtihan sırrına zıt olmadan...

3. Ve Allah’ın iradesini, kasıt ve bilincini gösterecek ise…

İşte bu temel hikmetler şu üç ayette şöyle açıkça bildiriliyor:

İnsanlar bir tek ümmet (sınıf) idi. Din geldi; ihtilaf ve gelişme gerçekleşti. Eğer Allah’ın bu hikmet için verdiği bekleme sözü olmasaydı işleri görülür, hak ettikleri mükâfat ve mücazat gerçekleşirdi. (Yunus/ 19)
Bütün güçleri ile yemin ettiler: Eğer kendilerine bir âyet (mucize) gelse, ona kesinlikle inanacaklar, diye! Sen de ki: Mucizeler gaybidir, (metafiziktir). Nereden bilirsiniz! O mucizeler gelse de, siz inanmayacaksınız. (6/109)
Dediler ki: Neden bir melek (metafizik, gaybi bir varlık) somut olarak ona inmedi? Bunlar bilmiyorlar, eğer biz somut olarak melek indirseydik, iş bitirilirdi ve imtihan için onlara mühlet verilmezdi. (6/8)
Demek, imtihan sırrı çerçevesinde Allah dilemeden onlar melekleri görse de, ölüler onlarla konuşsa da, bütün her şeyi önlerine getirsek de, onlar inanacak değildir. Fakat onlar Allah’ın bu gibi sonsuz hikmetlerini bilmeyecek kadar cahil ve ilkeldirler. (6/111)
[Bütün bu ayetlerden anlaşılan şudur: Kâfir ve müşriklerin dengesiz ve hikmetsiz bir çerçevede mucize istemeleri ne kadar batıl ve haksız ise, materyalistlerin ve materyalist bir kısım dindarların kökten mucizeyi inkâr etmeleri aynen o kadar cahilcedir. Bu tarz düşünceler, Allah’ın aşkınlığına aykırı olduğu gibi peygamberlik müessesesine ve o müesseseyi kuran ilahi hikmete de ters düşer.]

Mesela, Furkan suresi ayet 7-8’de geçtiği üzere; müşriklerin peygamber algıları ne kadar ilkel ve yanlış ve gerçek dışı ise, bu dindarların peygamberi ve Allah’ı determinizme ve maddeye mahkûm etmeleri, onlara yetkinlik ve kutsallık vermemeleri o kadar yanlış ve çağdaş bir ilkelliktir.

Müşrikler dediler: Bu nasıl peygamber?! Yemek yiyor; çarşılarda alışveriş yapıyor. Neden somut olarak bir melek ona gelip onunla beraber mesaj vermiyor?! Veya neden ona gökten bir hazine indirilmiyor; ondan besleneceği bir bahçesi olup hiçbir şeye muhtaç olmayan bir peygamber olamıyor?! Evet, bir kısım tuhaf halleri var, fakat bunlar ona öğretilmiş büyüden başka bir şey değildir. (Furkan/ 7–8)

Demek varlıkta yüzde yüz olağanüstü şeyler olamayacağı gibi, her şeyin determine katı maddi kurallar çerçevesinde olması zorunludur, demek de gerçek değildir. Çünkü ifrat ve tefrit fıtratta yoktur. Fıtrat ve varlık, iki diyalektik kanatları ile sonsuz uzayda her zaman uçan bir tayr-i hümâyundur.

3) Varlığa, hayata ve ölüme karşı etkilenen 3. grup insanlar ise; Müminler ve onların fireleri olan münafıklardır. Bu insanların imtihanı, gelişme ve kaybetme riski, diğer iki gruptan daha fazladır. Haliyle mükâfat ve cezaları da daha fazla ve daha yoğundur. Peygamberlik müessesesinin birinci derecede muhatapları da bunlardır. Sorumluluk ve yükleri çok büyüktür. Yasa ve mucizeyi, nefis ve kalbi, soyut ve somutu, dünya ve ahireti, içkinlik ve aşkınlığı denge ve hikmet çerçevesinde taşımaları gerekir. Bu inançlı grubun mucize kavramına karşı konumlarının izahına geçmeden önce, velayet ve nübüvvet, gayb ve şehâdet kavramları hakkında bir miktar izahat vermemiz gerekir. Şöyle ki: İnsanların çoğu, kemiyet-keyfiyet kanunu gereği, kâinatın dualiteli yapısına ve diyalektik gelişmesine muhalif olarak genelde ifrat ve tefrit içinde olurlar; denge ve sırat-ı müstakimde gidiş çok az olur veya nisbi(relatif, kısmen) olur. Yani insanların bazıları gözü, dünyayı, maddeyi; kalbe, ahirete, manaya tercih ederler. Bazıları da ruhu, metafiziği ve olağanüstü fenomenleri tercih eder. Eğer bu 2. grup vahyin gölgesi altında gelişirse, velâyet dediğimiz hakikat ortaya çıkar. Eğer bir vahyin ve geleneğin gölgesinde gitmezlerse, süflî bir seviye sayılan istidraci, şeytanî ve cinni bir ortamda kalırlar.
Her halükârda, olağanüstülük gerçeği insanlığın varlığı kadar gerçektir. Fakat her olağanüstü fenomen makbul ve faydalı değildir.
Peygamberlik ise çiftkanatlı olduğundan her peygamber aynı zamanda velidir. Fakat her veli peygamber değildir.
Kur’an, gerek peygamberliğin bu boyutuna ve gerek bütünlük çerçevesi içinde kutsal görevlerine atfen, peygamberlerin ayrıcalığına vurgu yapar. Peygamberleri kuru bir postacı olarak görenlere yazıklar olsun!
Hülasa: Bu yol ayrımında doğruyu bulmak için üç temel kavramı bilmek gerektir: Sistemin bütünlüğü, gayb ve şehadet, nübüvvet ve velayet…

HAYAT ve GELİŞME SİSTEMİNİN ZEMBEREĞİ
PEYGAMBERLİK MAKAMI

Ey iman edenler, seslerinizi, Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin! Birbirinize karşı gür sesle konuştuğunuz gibi, onunla gür sesle konuşmayın! Sizler farkına varmadan bütün yaptıklarınız boşa gider. (Hucurat/3)

Biz seni gerçeğin şahidi, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki siz insanlar, bu sayede Allah’a (sonsuz aşkınlığına) ve onun (somut bir mesajı olan) elçisine inanasınız; o elçiye saygı ile yardımcı ve destek olasınız; onu büyük bilesiniz! Ve sabah akşam (her değişiklikte) Allah’ın kutsallığını, yanlış ve çirkin iş yapmadığını bilesiniz. (Fetih/8–9)

Ey Peygamber, biz seni gerçekliğin şahidi, müjdeleyici ve uyarıcı olarak ve Allah’ın izniyle sonsuz birliğe sahip olan Allah’a ulaştırıcı ve aydınlatıcı bir lamba olarak gönderdik. (Ahzap/45, 46)

De ki; evet ben sadece sizin gibi bir beşerim. Fakat sizden farklı olarak, bütün evrene birlik ve bilinç içinde egemen (yani ibadete sadece kendisi müstahak) olan ilâhınızın bir olduğu gerçeği bana vahiy ile bildiriliyor. Artık kim bu sonsuz varlık ve bilinci kazanmak istiyorsa, yararlı ve bilinçli işler yapsın ve kendisini geliştiren Rabbine yaptığı ibadet ve bağlılıkta hiçbir beni (kişiyi) ortak etmesin. (Kehf, 110) [Yoksa bu bilinç ve hayat onun için kaybolur.]
[Demek insanların hidayeti ve kurtuluşu için bir lider gerek. Ve o liderin, beşeriyet itibarı ile mütevazı olmakla beraber, üstün bazı sıfatlara sahip olması lazımdır.]

En’am/112’de ve Furkan/31’de ifade edildiği gibi; en büyük caniler olan cinni ve insi şeytanlar, Peygamberlere karşı dikilmişlerdir. Kâinattaki diyalektik denge gereği olarak…
Evet, kişiyi yücelten düşmanının büyüklüğü ve onun o büyük düşmanını yenmesidir... Evet, Mehdi’yi büyük yapan Deccalin şeytani gücüdür.
Bazı insanlar, en küçük bir kâfire karşı koyamadığı halde, küçücük kalbine gelen küçük ilham ve esintileri, peygamberlerin o bilgileri ile bir tutuyorlar. Bu insanlardan bir kısmı da, Peygamberi kuru bir Arap olarak görüyor; o yüce makamı kendi liderine veriyor. Bazıları da bu düşük seviyeye düşmese de, cahil olduğu ve Kur’an’ın mucizevî boyutunu ve gerçek mesajını bilmediği halde kendisini sahabe gibi görüp “Ya Rab Şahit ol, ben de Muhammed’in mesajını tebliğ ettiğine şahidim” diyebiliyor...
Ben, bu gibi Müslümanlar art niyetlidir, hıyanet ediyorlar, demiyorum. Sadece, “Böyle bir çöküşün sebebi, başta dil olmak üzere ilimlerdeki sefaletleridir” diyorum.
Bu makalenin hacmini aşmayacak şekilde, ilim ve mucize kavramı konusundaki ayetlere bir göz atmamız gerekiyor:

GAYB ve ŞEHADET

Ankebut/48–52, bu konuda önemli bir bakış açısını gösteriyor; şöyle ki:

Sen bu Kur’an’dan önce hiçbir kitap (ya da ilim) okumuş değildin ve elinle hiç kitap yazmış değildin. Böyle olsaydı, varlığı batıl (anlamsız, absürd) görenler şüpheye düşebilirlerdi. Fakat o Kur’an ayetleri ilim sahiplerinin gönlünde açık belgeler olarak yansıyorlar... Ve ancak zalimler (dengesizler) ayetlerimizi kökten inkâr ederler.
Dediler ki: Neden onun Rabbinden âyetler (somut mucizeler) ona inmedi?! Sen de ki: Mucizeler, Allah’ın katı ile ifade edilen gayb âlemine aittirler. Benim görevim sadece bana gelen vahiylerle uyarmaktır. Mucize ve metafiziğin ispatı olarak sana indirdiğimiz ve kendilerine okunan bu soyut kitap onlar için yeterli değil mi? Çünkü bu kitapta rahmet ve başarı var. Varlığın gerçekliğine inanan bir toplum için de yeteri kadar (zikra) mesaj var.
De ki, benimle sizin aramızda şahit ve ispat belgesi olarak Allah yeter; çünkü fizik ve metafizik âlemleri (semâvat ve arzı) tam bilen sadece odur. Varlığın gerçekliğini inkâr etmeyi kendilerine prensip edinenler, Allah’ın Celâl ve Cemal (Fizik ve Metafizik) içindeki birliğini reddedendir. Onlardır asıl zararlı olanlar.

Allah O Allah’tır ki, kendisinden başka tapılmaya layık hiçbir varlık yok. O metafizik ve fiziği bilendir. (O, bu iki âlemin bilgisi ve bilincidir.) Rahman olarak fizik âlemin zuhurudur. Rahim olarak metafizik âlemin gerçeğidir. (Haşir/ 22)

Saf somut, saf soyut, saf yasa, saf mucize olmamakla beraber; fizik âlem, daha çok somutu, niceliği, maddeyi içerir. Akılları gözlerine inmiş kâfirler, onları tercih ediyorlar. Madde ve nicelik ise, sınırlı, geçici olduğundan, kâfirler ve ehl-i dünya zararlı çıkıyorlar. Dindarlar ise, bunları dengelemeye çabalamakla beraber; ahireti, niteliği, manayı tercih ediyorlar. Evet, bu âlemde en şaşılacak şey, ideolojilerini diyalektik yapıya dayandıran materyalistlerin mide beslemeyi esas alıp, ruhu arındırmayı inkâr etmeleri ve soyut-somut gibi binlerce diyalektik realiteleri inkâr etmeleridir. Bunlardan daha da acaibi; Kur’an’ı (Vahyi) esas aldıklarını iddia eden bazı Müslüman ve Yahudilerin maddeye karşı manayı, dünyaya karşı ahireti, niceliğe karşı niteliği, fizik âleme karşı gaybı esas alacaklarına, materyalistlerden daha fazla materyalist olmalarıdır. Hâlbuki dinin 5’te biri maddeye baksa, 5’te 4’ü, gayba, ahirete, kutsala bakar. Bu materyalist anlayışa karşı, Kur’an evvela, Sünnetullah tabir edilen yasal çerçeveli varlık âlemindeki ayetleri (belgeleri) gösterir ki, asıl belge ve mucize bunlardır. Olağanüstü fenomenler ise, hem onları göstermek insanların elinde değil, hem de çoğu zaman imtihan sırrına aykırı olabilirler. Veya “yok rivayet zayıftı, yok yanıldı, yok büyü idi, yok halüsinasyon gördü” gibi bahaneler bulunabilir.
Bu varlık âlemindeki özellikle canlılar dünyasında var olan, yüze yakın daimi ve evrensel ayetlerden beşini görmeye çalışalım ki, imanın gücüyle dengeli bir bakışa sahip olalım.

Aklını kullanıp (riske girip) varlıkta gerçeklik var diyen bir toplum için, göklerin ve yerin diyalektik yaradılışında, gece ve gündüzün değişken diyalektiğinde, suyun iki zıt güç olan kaldırma ve batma özelliğinde, ticarette (kâr ve zararın dualitesinde) eşyanın katı ve sıvı (akışkan) niteliklerinde, ölüm ve hayatta ve bu diyalektik yapının bir meyvesi olan sayısız canlılarda; soyut rüzgâr ile somut bulutta, yer çekimi ile merkezkaçın dengesinde nice âyetler (belgeler) vardır. (Bakara/164)

Dünya yaşamının örneği şudur: Mucizevî olarak bir su ve rahmeti gökten indiriyoruz. Katı yerin bitkileri onunla (yasal olarak) gelişir, birbirine karışır. Bunların bir kısmı (mucize gibidir) insanlar onu yer; bir kısmı normaldir, hayvanlar onu yer. Nihayet bu yaşam devam eder, dünya bütün haşmetini giyinir; dünya ehli sanır ki, bu durum artık yasal olarak böyle hep devam edecektir, derken olağanüstü azap emrimiz, gece veya gündüz onun başına gelir. Sanki geçmişte hiçbir gelişme olmamış gibi biçilir. İşte biz düşünen bir kavim için ayetlerimizi böylece açıklarız. Evet, Allah, bütün bu gibi zıtları dengelemek demek olan selam (barış) ortamına çağırır ve istediğini orta yol demek olan sırat-ı müstakime getirir. (Yunus/24,25)

Başta Nahl ve Yasin sureleri olmak üzere yüzlerce ayet, canlı âleme ve dünya hayatının yaşamı için gerekli olan binler nimete dikkati çekerler. Evet, dünyanın hayata elverişli olmak için belki beş milyar engeli aşması gerekirdi ve aştı. Ve insanın bugünkü seviyeye gelmesi için de yine milyonlar sebep lazımdı. Bütün bunlar, fiziki, biyolojik, sosyolojik ve benzeri yasalar çerçevesi içinde gelişmekle beraber, Allah’ın mucizevî bilincini kastını, hayatta ve var olmada gerçeklik olduğunu gösteren sayısız belirtiler ve ayetler var.
Allah’ın nimetlerini inkâr etmek, onları görmemek, batıla (anlamsızlığa, çöküşe) inanmak demektir. (Nahl/72)

Sizin tanrı olarak gördüğünüz ve bel bağladığınız putlardan, bir şeyi yaratabilecek (yani nesneyi şey yapan nitelikleri bir dosya ve yazılım yapıp ona şekil verecek;) sonra da o şeye kendini yenileyebilecek özelliği veren biri var mı?! Vahiy diliyle de ki: Sadece Allah bunu yapabilir. Çünkü bu özelliğe sahip en küçük bir canlının genlerinin oluşması için, geçmiş ve geleceğiyle bütün evreni elinde tutan bir güç gerekiyor. (Yunus/34)
[Aşı, Allah’ın yarattığı dosyaları işletmektir. Yeni bir canlı yaratmak değildir.]

Onlar için bir ayet ve belge de bizim cansız toprak gibi maddeleri canlandırmamızdır; insanları o bin bir bitki ile beslememizdir. (Yasin/23)

İşte kendilerini Kur’an’a adayan bazı yazar kardeşlerimiz, evrensel dualite çerçevesindeki mucizevî boyutu göremiyorlar. Hâlbuki evrendeki bilimsel yasaların varlığı kadar, olağanüstü bilinç ve iradeyi gösteren sayısız gerçekler de oluyor. Bu kardeşlerimizin kendilerince getirdiği en güçlü delil; “Allah’ın yasasında değişiklik göremezsin” mealindeki ayetlerdir. Hâlbuki dört yerde geçen bu mealdeki ayetin ifade ettiği yasa, biyolojik veya fizikî yasalar değildir. Sadece ve hiçbir zaman değişmeyen “Hakkaniyet Yasası”dır. Bunun değişmesi ise zulüm ve çirkinliktir ki Allah böyle bir şeyden münezzehtir.

Bu dört ayetten ikisi (Fetih/23 ve İsra/77) şu yasayı ifade eder:
Kendilerine gelen peygamberi öldüren bir millet, ondan sonra asla yaşayamazlar. Bu Allah’ın hakkaniyet yasasıdır, asla değişmez.
Ahzap/62. ayetin ifade ettiği hakkaniyet yasası ise şudur:
Münafıklık yapan, ikiyüzlü davranan sahtekârca yaşayan bir kavmin başına mutlaka büyük bir bela gelir. Bunun hiç istisnası yok.

HAKKANİYET YASASI

Onların bütün isteği, yeryüzünde büyük olmak, kötü işleri planlamaktır. Hâlbuki bu iki silah daima geri teper. Evet, bunlar, geçmiş ilkellerin başına gelen ilâhi azap yasasının gerçekleşmesinden başka bir şey beklemiyorlar. Allah’ın yasası ise, ne başka bir yasa ile ne takas edilir; ne de başka şekle dönüşür. (Fâtır/43)

Ayet 44’te ise, Hiçbir şey Allah’tan kaçıp onu aciz bırakamaz. Çünkü Allah sonsuz ilim ve güç sahibidir.

Kuran’da, bizim kullandığımız mucize kelimesi geçmez. Onun yerine ayet geçer; fakat “Allah’’ı aciz bırakacak hiçbir şey yoktur” ifadesi 5–6 yerde geçiyor. Bizim kullandığımız “mucize” ise, dine, gerçekliğe karşı gelenlerin o ayet ve mucizeye karşı aciz kaldığı olağanüstü fenomen demektir ki; Hz. Muhammed’in en büyük ve gözle görünen mucizesi Kuran’dır. Diğer mucizeler ise ya sahabelere bir ikram ve takviye idi. Veya bazı ciddi fitneleri bertaraf edecek bir ikram idi. Veya hak ettiği halde inanmakta zorlanan insanlara bir destek ve rahmet idi. Fakat bütün bunlar, imtihan sırrına aykırı olmamak için geçici ve mevzii kaldı. Ve inanmak istemeyen müşrikler, bu olağanüstü ilahi ikramlara “büyü” dediler. Çünkü Allah’ı gereği gibi bilmiyorlardı. Bu tarz olağanüstülülükler, bu gibi hikmetler için Kuran’ın metnine de girmediler. Meleklerin inmesi hariç.... Bu da yine çoğunlukla gaybî kalıyordu. Çünkü herkes göremiyordu. Görenler de geçici olarak görüyordu. Çünkü makbul dinî mucizenin en birinci özelliği: “Akla kapı açıp fakat iradeyi, tercih serbestîsini insanın elinden almamaktır.” Yani mucize insanı ilzam eder, fakat iman etmeye zorlamaz. Çünkü zorlamak, imtihan, yaradılış ve müphemiyetteki asıl maksat olan gelişme sırrına aykırı olur. Sanırım, mucize kavramına karşı gelen bir kısım yazarları tahrik eden sebep, müşrikler gibi, dini sadece olağanüstü fenomenlerden ibaret sanan bazı dindarların dengesiz ve mübalağalı anlatmalarıdır. Ayrıca Allah abdini imtihan eder. Fakat abd Allah’ı (Rabbini) imtihan edemez. İnsanın “Ya Rab sen şöyle yaparsan, ben ibadet edeceğim veya sana inanacağım” demesi, varlık sistematiğinin ve dinî terbiyenin esprisine aykırıdır. (Bu konuda Matta İnciline bakınız!) Mucize ve gaybin açılmasının tasarrufu sadece Allah’ın rububiyetinin elindedir. Bunlar, imtihan sırrına, kulluk ve gelişme esprisine asla aykırı olacak nispette ve seviyede ve insanın nefsinin oyuncağı olacak boyutta olamazlar. Evet, hiç kimse kendiliğinden bir mucize ortaya koyamaz; hiç kimse gaybı bilemez. Fakat Allah, hikmeti çerçevesinde mucizeyi ikram ve ihsan ederse; Peygamberlere vayhi (bilgiyi) verdiği gibi gaybı bildirirse; bu, dinin ve rububiyetin bir gereği olur.

Hulâsa:Bu makalenin içinde gösterdiğimiz ayetler gibi, yüzlerce evrensel, her zaman ve her yerde görünebilir ve dokunulabilir gerçeklerin, yani peygamberliğin (nübüvvetin) evrensel mesajlarının net olarak anlaşılması ve yaşanması, velayetin bir meyvesi olan bu gibi olağanüstü durumlara ihtiyaç bırakmıyordu... Sırası gelmişken bu nübüvvet ve velayet kavramları ile ilgili birkaç not yazalım:

NÜBÜVVET ve VELAYET

Nübüvvet, Allah’ın evrenin içine yerleştirdiği binlerce yasayı ilmî ve geniş çapları ile muhatapların anlayabileceği ve uygulayabileceği bir çerçevede anlamak ve anlatmak demektir. Fakat her bir nebi (Peygamber) genelde zamanının temel ihtiyacı olan bir misyonu öne almıştır.

Nebi, gaybten haber ve mesaj alan demektir. Bu ilahi evrensel yasalar ise, bütün geçmiş ve gelecekte ve her yerde geçerli olduklarından, gaybî sayılırlar ve insanoğlu vahiy almadan beşerî bilgi ile bu yasaları tamamı ile bilemez. Yani 124 bin Peygamber içinde Kur’an’ın anlattığı 28 Peygamberin her birisi bir misyonun ifadesidir. Bu kıssalar, sadece tarihi bilgiler değildir. Evet, birden bine kadar ondalık sistemin katları değerinde olan Arap Sami alfabesine eşit olarak anlatılan bu 28 kavram ve harf, birer evrensel misyonun ifadesidirler.

Mesela “Âdem” dili medeniyeti ve insanlığı, “İdris” müspet ilmi (dersi), “Hud” kadim Batı medeniyetini, “Salih” kadim Doğu medeniyetini, “Nuh” inancı, “İbrahim” tevhidi, “İshak” refahı, “Yakup” çile ve gelişmeyi, “Yusuf” Arap Medeniyetini, “Musa” şeriatı, “Harun” velayeti, “Yunus” nefsin ilkel istekleri tarafından yutulan, fakat iman ve dua ile kurtulan insanı, “Eyyüp” yöneliş ve ibadeti, “Zülkarneyn” iktidar ve barışı, “Hızır” ekolojiyi, “Lokman” tıbbı, “Davut” din devletini, “Süleyman” saltanatı, “Lut” yıkılmış azap görmüş medeniyeti, “İsmail” namazı, “Elyesa’ siyaseti, “Zülkifl” emniyeti, “Zekeriya” İslam tarihini, “Yahya” mehdiyeti temsil ediyorlar.

Ahsen-i takvimde yaratılan insanın boynuna takılan bu gerdanlığın ilk misyonunun mucizesi dil ve medeniyet olduğu gibi, son misyon olan İslam’ın da misyonu, edebiyat ve ilimdir. Bu gerdanlığın başka bir ismi de Divan-ı Nübüvvettir.
İşte bu iki kanatlılık sırrı içinde Tevrat’ta yasa ve şeriat, Musa’ya verilmiş; olağanüstü mucizeler yani velayet ise Harun’a verilmiştir. (bkz. Çıkış/Tevrat)

Velayet, kelime olarak yakınlık demektir. Yani insanın, bu maddi fizikî kuralları bir derece aşıp İlahî ve gaybî âleme yaklaşması demektir. Fakat nübüvvet, daha evrensel olduğu ve içinde istikametli bir velayeti barındırdığı için, “Nebî” veliden daha çok Allah’a yakındır, denilir.

Hz. Muhammed bütün Peygamberlerin varisi olduğundan, birçok özellik gibi, bu velayeti dahi bihakkın yaşamıştır. Hatta İslam Tarihinde Ebu Bekir nübüvvet yönünü, Ali velayet yönünü temsil etmesi ile beraber, Hz. Muhammed, bu iki görevi tam yaşadığından Kur’an, Tevrat’a muhalif olarak Harun’un mucizelerini de Musa misyonu çerçevesinde anlatır. Çünkü Kur’an kıssalarının asıl amacı tarihi anlatmak değil, o 28 misyonun Hz. Muhammed’de icra edilmesini anlatmaktır.

Hz.Muhammed’in bu velayet yönü, 53 yaşında miraç dediğimiz büyük ruhi tecrübe ile gerçekleşti ki 53. sure olan Necm suresinin asıl konusu, bu ruhanî tecrübeyi anlatmaktır.
Kur’an’da da geçtiği üzere Peygamberimizin iki ismi var. Muhammed ve Ahmed. Şeriat ve hukuk olarak o Muhammed’dir, Musa’ya tekabül eder. Fakat metafizik tecrübeler ve ruhanî hayat itibarı ile o, Ahmed’dir, İsa’ya tekabül eder.

Hz. İsa’da bu velayet, yani Allah’la yakınlık, bütün Peygamberlerden daha fazla olduğu için en çok mucizeyi o göstermiştir. İnciller bu mucizeleri gösterir. Ve Kur’an bunları teyid eder.
Kur’an’ın 61. suresi, Güneş takvimi ile 61 sene yaşayan Peygamberimizin bu iki boyutunu şöyle mucizevî bir şekilde anlatır: (Mealen:)

Göklerde ve yerde ne varsa paktır, temizdir, güzeldir. Bu, Allah’ın izzet ve sonsuzluğunun neticesidir. Fakat hikmet gereği, bazı şeyler çirkin görünebilir. Ey müminler, neden yapmadığınız şeyleri, millete yapın diyorsunuz?! Sizin bu davranışınız, gayb âleminde çok büyük bir gazap olarak ortaya çıkar. (Allah böyle şeyleri asla sevmez. Bu insanları asla başarılı kılmaz.) Allah, kendi yolunda sanki kurşunla örülmüş duvar gibi dayanaklı ve dizili bir şekilde savaşanları sever. [Yani Allah, samimiyeti, gayreti, düzeni, kötülüklere karşı koymayı, yani hayır yolunda koşturmayı sever ve böyle yaşayanları başarılı kılar.]

Bir vakit Musa kavmine şöyle dedi: Siz, benim size gelen, Allah’ın elçisi olduğumu bildiğiniz halde, neden itaat etmemekle beni üzüyorsunuz?! İşte onlar (bu kavim) kanun dışına kayınca, Allah da onların kalbini (duygu ve bilinçlerini) kaydırdı. Evet, Allah kanunları çiğneyen bir toplumu başarıya ulaştırmaz. (61/1-5)
[Bunlar, Musa olarak Muhammed’in görevi! Ki Arapların sosyal karakterleri Yahudilerinki ile aynıdır.]

Daha önce İsa İbn Meryem şöyle demişti: Ey İsrail Oğulları Ben size gelen Allah’ın elçisiyim. Bendeki maneviyat ile Tevrat’ın yasalarının gerçekliğini göstermek için. Ve ismi (belirtisi) Ahmed olan, benden sonra gelecek bir elçiyi müjdelemek için... Fakat o Peygamber, Beni İsraile açık mucizeler (beyyinat) ile gelince, bu apaçık bir büyüdür, dediler. (61/7)

Kur’an’daki isimler özel isim olma özelliğinden fazla, sıfat isimlerdir. Yani Hz. Muhammed Musa olarak mükemmeldir; fakat onun ruhaniyeti, zühdü, metafizik açılımları onu “Ahmed” yani daha çok mükemmel yapıyordu. [Bu kelimenin sayısal değeri de 53’tür. “Muhammed” kelimesinin sayısal değeri, 132’dir ki “İslam” kelimesi ile eşdeğerdir. Evet, İslam, velayet ve nübüvveti, dünya ve ahireti, madde ve manayı, tasavvuf ve yasayı birleştirdiğinden, tek kanatlılıktan daha mükemmel ve daha Muhammed’tir.] Ki bu surenin 8. ayeti açıkça bunu gösteriyor, şöyle ki:
İslam’a (dengeye, barışa, orta yola) çağrıldığı halde, iftira demek olan, Allah’ın sistemine dengesizlikleri (yalanları) yapıştırmaya çalışanlardan daha zalim kim olabilir?! Kesinlikle bilin ki; Allah zalim ve dengesiz bir toplumu başarıya ulaştırmaz. Zaten İslam âlimlerinin muhakkikleri bu önemli farkı bildiklerinden, iman ve şeriat dairesine girmeyen olağanüstü olaylara iman etmek zorunlu değildir, demişler. Ve bu rivayetleri: “Muhammed’in Mucizeleri” değil de “Mucizat-ı Ahmediye” şeklinde ifade etmişlerdir.

Şimdi biri çıkıp, bütün bu ontolojik tahlilleri ve evrensel diyalektiği ve çift kanatlılığı inkâr etse, Hz. Muhammed’i antikapitalist bir sosyalist lider olarak lanse etmeye çalışsa ne kadar gerçeklikten aşağı düşer; siz düşünün!

İşte İhsan Eliaçık Hoca, Hz. Peygamberi küçük düşürecek medyatik bir makale yazdı. Makalesinin özeti şudur:

İnsanlar özellikle Mekke Müşrikleri genelde Peygamberleri büyücü (sihirbaz) veya cinlerden bilgi alan kişiler olarak görmek istemişlerdir. Bugünkü Müslümanlar da, mucizeleri kabul etmekle, müşrikler gibi oluyorlar. Müslümanlar, Peygamberin cinlere inanan Nusaybin’den gelen bir kafile ile görüşmesini, cinlerle görüşmek, sanıyorlar. Bugünkü Müslümanların Peygamber algısı “Alice Harikalar Diyarında” ki gibi bir algıdır. Başta 19. Mektup olmak üzere mucizelerle ilgili anlatılar, rivayetler, bütün İslam tarihi yanılgıdan başka bir şey değildir.

İşte bu basit ve yanlış iddialara cevap vermeye çalışacağım.

a) Hayatı yemek ve eğlenceden ibaret bilen kâfirler dediler ki: Ey kendisine mesaj inen zat. Sen mutlaka cinlenmişsin, bu bilgileri cinlerden alıyorsun! Eğer doğrulardan isen, neden bize melekleri getirmiyorsun? Biz ancak melekleri, tamamıyla azabı hak eden toplumlara indiririz. Biz bunlara melek indirsek, imtihan sırrı gereği bunların da eskiler gibi helak olmaları gerekecektir. (Hicr/2-3 ve 6-8)
Biz bu putlarımızı, cinlerden bilgi alan bir şair için mi, terk edeceğiz!? (Saffat/36)
Sen ne bir kâhinsin! Ne de cinlerden bilgi alan birisin. Sen en büyük nimet olan, Allah’tan vahiy alan bir elçisin. (Tur/29)

Bakın; İhsan Hocaya göre: “Peygamber, Allah’ın izni ve tasdiki ile mucizeler göstermiştir; bazı gaybî bilgileri almıştır, diyen Müslümanlar da bu gibi ayetlerde anlatılan müşrikler gibi oluyorlar.” Acaba iki söylem arasında ne kadar fark var, siz düşünün! Ve bu iki söylemi bir görmek, yanlış ve cahilane bir iddia değil midir? Müslümanların söyleminin –farz-ı muhal- hiçbir dayanağı olmasa da, Müslümanlar tevhide, âhirete ve Peygamberin aracı olduğuna inandıkları için; acaba nasıl müşrik ve kâfirlerle bir tutulabilir?! Bu mukayese o kadar büyük bir hezeyandır ki, daha fazla lafı israf etmek istemiyorum.

b) Harika mucizeleri Peygambere isnat eden Müslümanlar, Peygambere sihirbaz diyen müşriklerle aynı duruma düşüyorlar.” diyor.
En’am, ayet 7’nin dediği gibi; Biz sana fizikî (somut/onların dokunabileceği) bir mucize indirsek, yine inanmayacaklar. O kâfirler: Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyecekler. Nasıl ki gözleri ile gördükleri Şakk-ı Kamer mucizesine, ‘etkin bir büyüdür’ dediler. (Kamer, 1-2)
İsa, ölüleri diriltmek gibi onlarca mucizeyi gösterince, kâfirler; bu büyüden başka bir şey değildir, dediler. (Maide/110)

Bu surede açık mucize gören Havarilere hitaben; “sizin başka bir şansınız kalmadı, sizden biri, buna rağmen yanlışa düşerse, o en büyük azabı hak edecektir” deniliyor.

Ya Rab, Sen bize idrak ver. Acaba mü’min Müslümanlar, kâfirlerle nasıl aynı olabilirler?! Bütün Müslümanlar, Peygamberin beşeriyeti çerçevesinde bizim için en ideal örnek olduğunu ve ona göre hayatlarını tanzim ettiklerini, söylemiyorlar mı?!

c) İhsan Hoca, varlığı tamamıyla ve bütün boyutları ile bilmediğinden, cinleri ve ruhanî varlıkları kabul etmiyor; Peygamberin cinlere Kur’an okuduğunu, açık ve te’vil götürmez bir ifade ile bildiren Ahkaf, 35. ayeti saptırıyor.
İşte bu ve benzeri bilgilerde bilinmesi gereken beş temel usul vardır ki; insan böyle sakatlıklara sapmasın.

1-Hayat ve Canlılık, farklı frekanslarda da olsa, ilâhi birlik tecellisi olarak, her şeyde ve her boyutta bulunur. Atomlara bu birlik ruhunu üfleyip, insanı fizik ve biyolojik kurallar çerçevesinde yaratan ilâhi kudret ve birlik yasası, ışınlara ve diğer enerjilere de yansıyınca o âlemlere ait ve uygun canlıları yaratmıştır. Bütün bu kategorideki varlıklara, “cin” denilir, görülmeyen ve insanın gözlerinden gizlenen varlık, manasında...

2-Hiçbir dil kuralı, belagat ve bilimsel bir karine olmadan, bizim ayetleri keyfimize göre tevil etmemiz caiz değildir. Bu durumda, insan ruhunda, aile hayatında ve sosyal hayatta öyle bir anarşi baş gösterir ki, insanlığın ve dinin hiçbir dayanağı kalmaz...

3-Acaba bütün dinlerin, bütün insani rivayetlerin, bütün olağanüstü fenomenlerin, vardırlar, diye ispat ettiği cin ve melek bilgisine; “tarihî bir mittir, Kur’an bunu sadece irşad için kullanmıştır” demek, nasıl bir epistemoloji ve bilgelik olabilir?! Evet, bu gibi gaybî bilgileri, karine varsa, “planlı, bilinçli canlı dosyalar” gibi çağdaş bir literatüre göre te’vil etmek mümkün olabilir. Fakat bunların realite olmadığını söylemek; varlığı, hayatı, bilinci, dini, kutsalı inkâr etmek demektir.

4-İşte İhsan Hoca böyle süflî bir seviyeye yuvarlandığından; Kur’an Allah’ın Kelamı olmasa da ona bağlılığım değişmez, diyor. Zavallı bilmiyor ki; Allah’ın kelamı ve kutsallık vasfı onda görülmediği zaman, sahte kuru bir kitap olur, bütün güzel vasıflarını yitirir. İhsan Hocanın kendisine din edindiği sosyal adalet vasfı dahi, zulüm, çirkinlik ve yokluk demek olan sahtekârlığa dönüşür.

Sol Blok, böyle dehşetli bir hatayı, bu asrın içinde işledi. Fakat Kapitalizmin, bütün kötülüklerine ve firelerine rağmen yenildiler. İnsanlığın yetmiş yıllık emeğini 700 trilyon dolar servetini leş ettiler. Çünkü Kutsalları yoktu. Ve insanlığın varlığının en temel iki ayağı olan dengeli mülkiyet ve hürriyeti tamamıyla reddettiler. Eşitlik cennetini vaad ettiler, fakat insanlığa zulüm, yokluk ve sefalet zakkumlarını yedirdiler. Evet, aşırı Kapitalizm, insanlığa mutluluğu vaat etti, tersi çıktı. Sosyalizm eşitliği vaad etti; yokluk ve kıtlık oldu. Demek bu iki cereyan da deccallık yapıyorlar yani kandırıyorlar. Bediüzzaman, Emirdağ Lahikasında “Batıda iki deccalane cereyan gelişiyor; insanlığın geleceği için en büyük tehlike bunlardır” diye bizi uyarıyor. Evet, kapitalizme karşı çare komünizm değildir. Vahşi tabiat, ilmî yöntemlerle ıslah edildiğinde verimli olduğu gibi; zalim kapitalizm de Kur’an’ın kutsal adaletiyle dengelense verimli olabilir ve insanlığın ekseriyetine mutluluk getirebilir.

5-Evet bazı rivayetler zayıf olabilir; bize yanlış gelmiş olabilir. Veya bazı akımların elinde yanlış tefsir edilmiş olabilir. Fakat bütün insanlık değerleri ve bütün İslam Tarihi, yalanın ve sahtekârlığın en büyük günah olduğunu bilen bütün dindar muhaddisler ve âlimler binlerce tarihî rivayeti bize yüzde yüz yanlış aktarmışlardır, demek; bilgiyi, dini, tarihi bilmemektir. Epistemolojik bir iflastır.

Evet, birçok rivayet var ki; dinî mantalite içinde kesinlikle kabulü mümkün olmuyor. Fakat bu, bilerek uydurulmuştur, manasına gelmez. Ancak bir aslı var, fakat bize değişerek ulaşmıştır, diyebiliriz. Musa Carullah Begiyev’in birkaç orijinal tespiti var ki, bize bu kaideyi söylettiriyor. Evet dinlerde yanlış bilgi yok, sadece yanlış anlayış vardır.

d) İhsan Hoca, dil ve edebiyatı iyi derecede bilmediğinden, dini literatürü bu şekilde katlettiği gibi; “Alice Harikalar Diyarında” adlı kitabı da edebî bir eser olarak hafife alıyor. Hâlbuki önemli bir matematikçinin yazdığı bu kitabın edebî anlamda mesajı doğrudur. Şöyle ki: Çocuklar, gönüllerinin ve duygularının temizliğinden ve canlılığından her şeyi canlı ve harika görüyorlar ki, varlıklar, özellikle canlılar dünyası, gerçekten harikadırlar. Bu harika yapı ve bilinci görmeyenler, Allah’ın sonsuz iradesini, birliğini, aşkınlığını da bilmezler. Boşuna dindar kesilmesinler. Evet, bir çocuğun ana karnındaki kanunî, fakat harika yaradılışı, leyleğin bir çocuğu ağzıyla getirmesinden daha az harika değildir... Sadece birinin harikalığı biyolojiktir, ötekinin ise, hayalidir. Hayal de, göz kulak gibi değerli bir duygudur. Çocukların sermayesidir ki, o kitap, çocukların bu boyutunu geliştirir, hayatın dar kalıpları içinde boğulmalarını ve çürümelerini önler. Hatta sırf bu espriden dolayıdır ki; materyalizmin dışladığı dinî çerçeve hayattan çekildiğinden, saçma sapan, manasız, batıl, Sürrealist Edebiyat bir nevi, dinî değerlerin yerini işgal ediyor, insanların o doğal ihtiyacını sahte bir biçimde tatmin etmeye çalışıyor.

Mucizelere ve velayet kavramına inanan âlimler, Dinin egemen olduğu ortamda, bir insan, nübüvvet değerlerini kabul etse, velayet değerlerini dışlasa da kurtulabilir. Velayet imanın bir rüknü değildir” demişler.

Hz. İsâ, ise “Materyalizmin egemen olduğu bir dünyada dini kabul etmeyen kurtulabilir; fakat ruhu, maneviyatı ve kutsalı inkâr eden, asla kurtulamaz.” diyor. (Matta, 12/31)

İhsan Hoca’nın, dili ve sentaksı bilmediğine bir delil de, Al-i İmran, 144. ayeti yanlış yorumlamasıdır. “Muhammed, sadece bir elçidir” ifadesini, Onun başka hiçbir özelliği yoktur diye, sanki büyük bir keşif yapmış gibi anlatıyor. Hâlbuki ayetin bütünlüğüne bakıldığında, manasının sadece şu olduğu görülüyor:

Muhammed ilah değildir. Eğer ecelinden önce ölse de, Allah mesajını iptal etmez; başka bir elçi ile yine o gerçekleri gönderir ve yaşattırır.

Evet, O (a.s.m.) “Ben seyyid değilim, seyyid ancak Allah’tır.” demiştir. Çünkü Seyyid kelimesinin karşı anlamı abd ve köledir. Yani “Kimse bana kul ve köle olmayacak; kulluk ve ibadet sadece Allah’a mahsustur.” diye söylemiştir. Yoksa bende Peygamberlikten başka hiçbir özellik yoktur, demek istememiştir.

e) Mucizat-ı Ahmediye (19. Mektup) risalesine karşı gösterdiği seviyesiz tepki, gerçekten çok cahilcedir; doğruluktan ve bütüncül gerçekçi bir bakış açısından yoksundur. Çünkü bu risalenin sahibi Bediüzzaman Said Nursi, “Sünnetullah’ı yani ilahi kevni yasaları ve mucizeyi, inancı ve bilimi, Peygamber’in ideal örnekliğini ve kutsal makamını, nübüvvet ve velayetin gerçek mahiyetlerini, madde ve mananın evrensel diyalektiğini ve benzeri onlarca meseleyi bütün boyutları ile anlatan 5000 sayfalık ilmî bir eser yazmıştır. 19. Mektuptaki ilmî sorumluluğu da büyük hadis imamlarına yüklemiştir. Şimdi İhsan Hoca gibi biri çıkıp, bu noktaları ve bu ilmî muhakemeleri görmeden, O âlim zatı, müşriklerle, cahillerle bir tutması, ne kadar çirkin bir iftira olur; siz düşünün!

Çağımızda yaşayan Müslüman yazarların en büyük zaafı, dil ve edebiyatı ve kadim gelenekleri bilmemeleridir. 3. Sınıf materyalistlerin ve oryantalistlerin gayr-ı ciddi kitaplarını menba-ı ilim sanmalarıdır. Dinin temel kaynaklarını anlamamalarıdır. Lafız ve mealde boğuluyorlar, manaya geçemiyorlar. Şekil ve biçimden, öze geçemiyorlar. Başta Kur’an olmak üzere o kutsal kaynaklardan içemiyorlar. Zaten mideleri asrın materyalizminin kolerası ile kurumuştur. Veya bozulmuştur. Bunlar, insanları ıslah edelim, derken aslında ifsad ediyorlar. Bunlar, samimi olmakla beraber, aşırı giden ve zulüm eden abdestli kapitalistleri tıraş edelim, derken; dinin şah damarı olan maneviyat ve mucizeleri ve ilahi aşkınlığı dışlıyorlar. Çünkü materyalizmden dolayı bu asrın insanlarının çoğunun kalbi ve kafası kurudur.
Cenab-ı Hakk, hepimizi korusun. Bize denge, sağlık ve canlılık versin!

Son Bir Not:

Baştan beri onlarca ayette açıkça vurgulanan yasa ve mucize dengesi, birliği ve bütünlüğü gerçeği, Kur’an’da başka temel bir kavram olan ‘’Halk ve Emir’’ diyalektiği ve bütünlüğü içinde de anlatılır… Mesela evrenin mevcut görünen durumu ‘’Halk’’ kavramı ile zaman içindeki idare ve yönetimi ise ‘’Emir’’ kavramı ile ifade edilir. “Halk (yaratma) da, emir ve yönetmek de Allah’a mahsustur” denilir. (Araf/54)

Ve mesela bedenin kuralları ve şekli bir derece bellidir. Halk ve mahlûk kavramı içinde değerlendirilir. Fakat beynin 46 lobunun ve yüzlerce dosyasının, neyin ne zaman, neyi nasıl etkileyeceği tam belli olmuyor. Onun için “Ruh ve ömür Allah’ın tekelindedir’’ denilir.
İşte ruhun, ölümün, azabın, vahyin olağanüstü yapısından ve kuralları tam belirgin olmadığından ve onlara tasarruf etmek için bütün evreni, geçmişiyle ve geleceğiyle elinde tutan bir ilim, irade ve kudret gerektiğinden “Ruh ve Vahiy Allah’ın emrindendir” [17/85–42/52] denilmiştir. Önemli azaplara ve ölüme de “Allah’ın emri” denilmiştir. [13/11- 16/1–12/43]

BAHAEDDİN SAĞLAM

0 yorum:

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind