ÇİZGE KURAMI VEYAHUT KİM KİMİ


Hiç gitmedim. Königsberg deyu bir garp eli var imiş. El an da var. Efendim, bu şehrin içinde eski ve yeni Pregel nehirleri birleşerek Pregel (Pregolya) nehrini oluşturuyorlarmış. Bu nehirler şehri 4 bölüme ayırıyor ve nehir üzerinde bu bölgeleri birleştiren yedi köprü bulunuyormuş.

İmdi sene 1736. Ulemadan Euler, şu suali merak ediyor: Bütün köprülerden bir ve yalnız bir kez geçmek koşulu ile bir yürüyüş yapılabilir mi?

Kimi işinde gücünde, kimi parayı bulmuş, kimi fakir, herkes her gün sağa sola gidiyor, aval aval etrafa bakınıyor ama böyle sorular sormuyor. Sorsak n’olur? Euler olur.

SEVGİLİ OFELYA, BU SAYILARA HASTAYIM!


İnsanoğlu niçin, yok asal sayılar, yok şöyle sayılar, yok böyle sayılar gibi kavramların peşinden koşuyor?
Bunların doğada karşılıkları var da onları görüp soyutluyor mu? Yok aga, beynin kendisi olmuş kainat, artık soyutlama kabiliyeti de gelişmiş [prefrontal kortex] kendi yaratıp/soyutlayıp kendi oynuyor mu? La yoksa hepsi zihinsel mastürbasyon mu? Peki, bizim böyle sorular sorup, arayışlara marayışlara girmemizin bir manası var mı? Var, var... Otur dersini çalış, ödevini yap dese de birileri, ne demiş A. N. Whitehead üstadımız: "The science of pure mathematics, in its modern developments, may claim to be the most original creation of the human spirit."

Aşk-ı beka...

Bir şey bulup, o şey her neyse 'ya bakî ente'l bakî' demek istiyor adam. Bu arada bulduğu şeylere de bu lafı en artistiğinden söylüyor. Nasıl mı? Eğer asal sayı diye tanımlanan özellik, 20'ye ya da 100'e, 1000'e kadar olsaydı yani bu sayılardan sonra bu tanıma uygun sayı bulamasaydık şimdiye kadar mevzu, herşey çok güzeldi ama yaşandı bitti kıvamında unutulur giderdi. Bugün asal sayı namlı güzeli pozisyondan pozisyona sokup sevmezdik.

Âh!.,"the Infinite!. No other question has ever moved so profoundly the spirit of man." [David Hilbert]

Beşer, âdem olduğu zaman yani evrim süreci içinde pre-frontal korteksi kalınlaştığı vakit ağaca ağaç, elmaya elma diye bakmaz oldu. Artık ağaç da elma da başka bir şeydi. Botanikti [bu ne ağacı lan meyvesi, yaprağı bi değişik?], tarımdı [bunu benim tarlaya ekeyim aga], iktisattı [meyvesi yeniyo la, satsak iyi para eder, kilosunu kaçtan virsek acaba], matematikti, fizikti [hatırlayınız Newton-yerçekimi], vahiydi [hatırlayınız İsa-zeytin ağacı, Buda-incir ağacı], biyoloji idi, tıp idi [müşahadeler göstermektedir ki malus domestica meyveleri aklî bozukluklara ve sindirim sistemi hastalıklarına...], şiirdi. Talim-i esma dedikleri budur. Meyveyi yeme, yaprakları örtünme, ben, sen, o... konunun diğer boyutları var o uzun mesele. Tanrı, Âdem'e isimleri öğretti ya da öğrenme kabiliyetini verdi ya da kendi öğrendi her neyse yine başka mevzu oralara girmeyeceğiz.


MEDENİYETİN VAİZLERİ FENİKELİLER/KENANLILAR


Günümüz medeniyetine alfabeyi, camı, gemiciliği bilinen ilk notalama sistemini ve daha bir çok şeyleri armağan eden ama hakkında fazla konuşulmayan bir halk.

Sur, Sayda, Malaga, Marsilya, Biblos gibi önemli şehirler ile ismi Roma ile birlikte anılan Kartaca gibi büyük imparatorluklar kuran Fenikeliler’in deniz yoluyla İngiltere’ye, Fas’a ve hatta Brezilya’ya gitmiş oldukları tarihi ve arkeolojik bulgularla kanıtlanmıştır.

Fenike sikkesi
Sadece Doğu değil Batı kültürünün de temel taşlarından sayılan Fenikeliler [Kenanlılar] Marsilya [Fransa], Cenova [İtalya], Malaga [İspanya] gibi günümüzde dahi önemini koruyan yerleşim merkezlerini kurmuşlardır. Kartaca İmparatorluğu ise o tarihlerde küçük bir köy olan Roma’nın ve Roma ağırlıklı Batı Kültürü’nün temelini oluşturmuştur.

Fenikeliler Sami kökenli Süryaniler'in atalarını oluşturan halklardan biri olmakla birlikte Aramice‘ye yakın hatta bazı kaynaklarda Aramice’nin bir lehçesini konuşmaktaydılar. Fenikelileri diğer toplumlardan ayıran en önemli özelliklerden biri imkanlarını siyasi ve askeri harcamalardan ziyade yerleşim ve ticarete harcamış - aktarmış olmalarıdır. İşte bu sebepledir ki zamanla Fenike ülkesi ve Fenike kolonileri birer ticaret, bilim ve kültür merkezi olmuştur.

Dünyanın ilk alfabesinin yanı sıra, ilk cam üretimini gerçekleştiren yine Kenanlılar - Fenikeliler olmuştur. Fenikeliler’in en eski notalama sistemini oluşturduğu ise Ugarit’te bulunan ve MÖ 1400’e tarihlenen arkeolojik buluntularla bilimsellik kazanmıştır. Bunun yanısıra Fenikeli denizcilerin MÖ 950’li yıllarda deniz yoluyla Brezilya’ya dahi gitmişler ve yerli halklarıyla ticarette bulunmuşlardır.

DİL VE RUH


Eğer şimdi, şimdiki anın barındırdığı geçmiş zamanın seli içinde parçalanan dilin yıkıntı ve tortularına bakabilsen, dilin yaşam tarihini ve onun kaynağını görürsün. Dilin var olmaya doğru filizlendiği ilk dönem, sadece zayıf bir fonetiği yansıtan bir kısım harf tanecikleri devresidir ki bu harf tanecikleri genel ses içinde gizlenmişti ve çoğu tabiat seslerini taklit ederek ifade gücüne erişiyordu. Sonra duygu, istek ve manaların netleşmesiyle bu ses habbecikleri, hece diline doğru evrilmiş, tekamül etmiştir. Ardından niyet ve isteklerin çoğalmasıyla hecelerden birleşik dil yapısına doğru basamakları çıkmıştır. Uzak Doğu Dilleri bunun canlı belgeleridir.

Dilleri Allah mı yarattı, insan mı? Allah mı öğretti, insan mı öğrendi? Gökten mi indi, insan zihninin ürünü mü? Burada kavga körlerin döğüşü gibi olmuştur. Yani dindarlar, “Allah, dili, gökten Arapça veya İbranice veya Süryanice insan telaffuzu ile seslenerek öğretmiştir.” diyorlar. Buna mukabil, pozitivistler, “Allah falan yok. İnsan egosu, kendi zihinsel yaratısı ile bunları öğrenmiştir.” iddiasını savunuyorlar.

BİZANS'IN SÜRYANİ İMPARATORİÇESİ VE SÜRYANİ KİLİSESİ'NİN KIZI TEODORA


Tarihteki en güçlü, akıllı iffetli ve bunun yanında en çok iftira edilen kadınlardan biri olan Teodora çalışmaları sayesinde arkasında yok olmaktan kurtulmuş güçlü ve örgütlenmiş bir kilise bırakmıştır. Süryani Kilisesi tarih boyunca zor dönemler geçirmiştir. İşte bu dönemlerin içinde belki de en kötü olanları Bizans yönetimi sırasında yaşanmıştır. Özellikle Kadıköy konsili sonrası başlayan ve Süryani Kilisesi’ni asimile etmeyi amaçlayan siyasi bazlı dini baskılar giderek katliam boyutu almıştır. İşte tüm bu olumsuz şartlar altında ezilen Süryanileri kurtaran dönemin 3 önemli kahramanından biridir Teodora. Patrik Mor Severiyos ve Mor Yakup Burdono ile birlikte 451 yılından sonra başlayan Bizans’ın Doğu kiliselerine uyguldığı kan acı ve gözyaşı dolu asimilasyon politikasına göğüs germiş ve kilisenin bu zor devirde ayakta kalmasını sağlamış gerçek imanı güçlendirmiştir.


HAKİKATPERVER EFENDİM


Son yıllarında hayatı çok sıkıntı içinde geçiyordu. Aktör Şâdî Bey, bu eski üstâdını himâyesi altına alıp Şehzâdebaşı’nda işlettiği Ferah tiyatrosunda O'na küçük bir vazife verdi. Tiyatroya gelenlerin biletlerini yakıyor, salonda yerlerini gösteriyordu. Fakat bu iş ona ağır geldi.

İstanbul tekkelerinin gözbebeği ve tekke musikisinin bir tanesi sayılması sebepsiz değildi. İlâhî aşkın, tasavvufun zamanında ilk büyük mektebi ve klasik musikimizin biricik konservatuarı sayılan eski dergâhların, dergâhlara mahsus zikir âlemlerinin hakikaten yüzünü güldürmüş adamdır.

Baba Erenlerimiz, birinci sınıf zâkirlerinden ve yerine konulamayacak en birinci zâkirbaşılardandır. Hakkıyla bülbül-i gülistân-ı tekâya olduğu cümlenin malumudur. Her vech ile şüpheden vârestedir. Kendisi hem kıyâmî hem devrânîdir. Aynı zamanda mersiyehândır. Bâhusûs, tavrına, edâsına dayanılmaz. Yanında çok kimse dikiş tutturamaz. Halka-i zikre riyâset ve idaresi ile de ayrıca meşhur ve mümtâzdır. Zira, bir zâkirbaşı, riyâset kudretini hâiz değilse -her ne kadar başta bulunsa- mutlak kusuru vardır; zikre lâyıkı ile intibâk edemez. Bu kıymetli zât-ı şerîf her ikisini câmi’ bulunduğundan postunda hâkim ve yektâdır. Meydân-ı evliyâullah’ta vücudu ile iftihâr olunan zevât-ı nâdiredendir.

Yaşar şeyhe gönül verdi. Şeyh de Yaşara bir “gül” verdi. Kâdirî tarikatının ananevî mübarek bir nişânı olarak başta taşınan ve çiçek motifi şeklinde yedi renk ham ibrişim ile işlenen bu “gül”ü, Yaşar, ‘arâkiyesinin tepesine dikip, başının üstünde gezdirdiği zamanlar Gavs-ı A’zam bendesi idi. Kâdirî fukarâsından [dervişlerinden] Yaşar Dede olmuştu.

Erenler eşiğinde, yol erkânında böylece gereken vazifeleri, vecîbeleri kusursuz olarak görüp bitirdikten sonra, o vaktin halifebabası ve Çamlıca tekkesi postnişîni, Yakup Kadri’nin Bektâşîlik aleyhindeki ünlü “Nur Baba” romanının gerçek karakterlerinden biri olduğu iddia edilen Ali Nutkî Baba’dan babalık icâzetnâmesini alır. Yaşar Baba, başındaki Rufâî tâcının üstüne bu def’a yine siyah destarlı, edhemî terkli [on iki dilimli] bir Bektaşî fahri [tâcı] geçirmiş bulunuyordu.

Karşısında kim olursa olsun “Efendim”siz konuşmazdı. Sinirlendiği zamanlarda bile ağzından kötü bir söz çıktığı duyulmamıştır. Muâşeret irfânı, nezâket duyguları bu derece yüksek ve yürektendi. Çok da sabırlı ve tahammüllü idi. Tekkelerin sırlanmasından [kapatılmasından] sonra sıhhat ve neş’esini kaybetmişti. Üzüntüleri arttıkça rahatsızlıklar da biribirini takib ediyordu. Takatsiz, mangırsız kalmıştı. Gine de kendi üzüntüsüyle başkasını meşgul etmek istemediğinden kimseye hâlinden şikâyette bulunmazdı. Üstelik neş’eli görünmeğe çalışırdı. Zira, onun nazarında huzur bozmak, neş’e kaçırmak en büyük günah sayılırdı.

Devir görmüş, umûr görmüş bir insandı. Hâfızasında zamanla toplanmış bir hayli hâtıra vardı. Bu itibârla çok fıkra ve hikâye bilirdi. Son çağların meşhur şahsiyetlerine âit bilhassa eski zâkir, bestekâr ve tekye şeyhlerine âit kafasında sıralanmış çoğu duyulmamış bilgi ve görgüler icâbında bir kitap olabilecek zenginlikte idi.

Nüktedanlığı, hâzırcevâplığı da ayrı bir âlemdi. Kendisinden de şu fıkrayı anlatırlar:

Ramazan’da müezzinbaşılığını yaptığı Çiftesaraylardan kendisini alıp terâvîh kıldırmak üzere Amîne Sultan’ın Arnavutköyü’ndeki yalısına götürürler. İlk gece namazı bildiğimiz şekilde kıldırır. Herkesi memnun eder, teşekkür kazanır.
Birkaç gece sonra terâvîh’i kıldırırken Fatiha’dan sonra okunması gereken âyeti hatırlayamaz. Ne yaptı ise toparlayamaz. Sezdirmemek için aklına gelen Şu’ûl isimli Arabî ilâhîlerden bir parça okuyup rükû’a varır, işin farkına varanlar, namazdan sonra:
-Yahû bunu nereden çıkardın Baba Erenler?
Hemen cevâbı yapıştırır:
-Kur’ân’ı her gece okuyup da israf edecek değilim ya! Bir gece de böyle olsun! Hem bir de değişiklik olur! dedi. Gülmekten katılırlar.

Eski güzel terim ile söylemek lâzım gelirse, Yaşar Baba’mız -Hilmi’nin de belirtmek istediği gibi- kendi çapında ve çağında [Sultânu’z-Zâkirîn] denilmeğe hakikaten pek lâyık olmuş adamdı. Defterler dolusu İlâhî mecmuâsından başka, kafasının arşivinde çeşitli besteleri ile derlenmiş binlerce eser onun ölümü ile beraber toprağa girdi. Zamanında hiç bir zâkirden göremediğimiz o müstesna tavrından, örnek bilinen edâ ve üslubundan, hele Kıyâm Tevhîdi açılırken o kıvrak sesi ile okuduğu Münâcâtın başındaki “Yâ Mevlânâ”sından şimdi elimizde kalan yalnız hazin bir hâtıradır. Ne yazık ki o da zamanla kaybolmak üzere bulunuyor.

Kıyâm Zikri’nin ritmik, estetik bütün, inceliklerine fevkal’ade bir sûretde vâkıf ve mutasarrıf bulunan, hele zikri idare kudreti, hakikaten bir hârika halinde görülen, gösterişsiz, ufak yapılı vücudunda bilhassa bu noktadan büyük kıymetler taşıyan bu kıyâmcılar kıyâmcısı ile Yaşar Baba, kazara bir hafta günü tekkeye gelmemiş olsalar, yine para ile tutulmuş bir kısım zikirciler, bütün ustalıklarına rağmen ne yapsalar, kendi başlarına zikri açamazlar, yürütemezlerdi. Bu hususta bilgisi, görgüsü bir hiçten ibâret bulunan biçâre Efendi de bunalarak ne yapacağını bilemezdi. Herkese tepeden bakmağı âdet edinmiş olduğu halde bu iki zâtın önünde hürmetle, zarûretle eğilir ve küçülürdü. Çünkü bu iki adam Şeyh’in, tekke’nin kusur ve noksanlarını örtüyor, düzeltiyor, hatta tekke’ye şeref ve kıymet katıyordu.

Zikirlerin mükemmeliyeti bir yerde anlatılırken:

-Üsküdarlı Kemâl’in reisliğinde ve Yaşar Baba’nın idaresinde!.. deniliyordu.


HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind