Son yıllarında hayatı çok sıkıntı içinde geçiyordu. Aktör Şâdî Bey, bu eski üstâdını himâyesi altına alıp Şehzâdebaşı’nda işlettiği Ferah tiyatrosunda O'na küçük bir vazife verdi. Tiyatroya gelenlerin biletlerini yakıyor, salonda yerlerini gösteriyordu. Fakat bu iş ona ağır geldi.
İstanbul tekkelerinin gözbebeği ve tekke musikisinin bir tanesi sayılması sebepsiz değildi. İlâhî aşkın, tasavvufun zamanında ilk büyük mektebi ve klasik musikimizin biricik konservatuarı sayılan eski dergâhların, dergâhlara mahsus zikir âlemlerinin hakikaten yüzünü güldürmüş adamdır.
Baba Erenlerimiz, birinci sınıf zâkirlerinden ve yerine konulamayacak en birinci zâkirbaşılardandır. Hakkıyla bülbül-i gülistân-ı tekâya olduğu cümlenin malumudur. Her vech ile şüpheden vârestedir. Kendisi hem kıyâmî hem devrânîdir. Aynı zamanda mersiyehândır. Bâhusûs, tavrına, edâsına dayanılmaz. Yanında çok kimse dikiş tutturamaz. Halka-i zikre riyâset ve idaresi ile de ayrıca meşhur ve mümtâzdır. Zira, bir zâkirbaşı, riyâset kudretini hâiz değilse -her ne kadar başta bulunsa- mutlak kusuru vardır; zikre lâyıkı ile intibâk edemez. Bu kıymetli zât-ı şerîf her ikisini câmi’ bulunduğundan postunda hâkim ve yektâdır. Meydân-ı evliyâullah’ta vücudu ile iftihâr olunan zevât-ı nâdiredendir.
Yaşar şeyhe gönül verdi. Şeyh de Yaşara bir “gül” verdi. Kâdirî tarikatının ananevî mübarek bir nişânı olarak başta taşınan ve çiçek motifi şeklinde yedi renk ham ibrişim ile işlenen bu “gül”ü, Yaşar, ‘arâkiyesinin tepesine dikip, başının üstünde gezdirdiği zamanlar Gavs-ı A’zam bendesi idi. Kâdirî fukarâsından [dervişlerinden] Yaşar Dede olmuştu.
Erenler eşiğinde, yol erkânında böylece gereken vazifeleri, vecîbeleri kusursuz olarak görüp bitirdikten sonra, o vaktin halifebabası ve Çamlıca tekkesi postnişîni, Yakup Kadri’nin Bektâşîlik aleyhindeki ünlü “Nur Baba” romanının gerçek karakterlerinden biri olduğu iddia edilen Ali Nutkî Baba’dan babalık icâzetnâmesini alır. Yaşar Baba, başındaki Rufâî tâcının üstüne bu def’a yine siyah destarlı, edhemî terkli [on iki dilimli] bir Bektaşî fahri [tâcı] geçirmiş bulunuyordu.
Karşısında kim olursa olsun “Efendim”siz konuşmazdı. Sinirlendiği zamanlarda bile ağzından kötü bir söz çıktığı duyulmamıştır. Muâşeret irfânı, nezâket duyguları bu derece yüksek ve yürektendi. Çok da sabırlı ve tahammüllü idi. Tekkelerin sırlanmasından [kapatılmasından] sonra sıhhat ve neş’esini kaybetmişti. Üzüntüleri arttıkça rahatsızlıklar da biribirini takib ediyordu. Takatsiz, mangırsız kalmıştı. Gine de kendi üzüntüsüyle başkasını meşgul etmek istemediğinden kimseye hâlinden şikâyette bulunmazdı. Üstelik neş’eli görünmeğe çalışırdı. Zira, onun nazarında huzur bozmak, neş’e kaçırmak en büyük günah sayılırdı.
Devir görmüş, umûr görmüş bir insandı. Hâfızasında zamanla toplanmış bir hayli hâtıra vardı. Bu itibârla çok fıkra ve hikâye bilirdi. Son çağların meşhur şahsiyetlerine âit bilhassa eski zâkir, bestekâr ve tekye şeyhlerine âit kafasında sıralanmış çoğu duyulmamış bilgi ve görgüler icâbında bir kitap olabilecek zenginlikte idi.
Nüktedanlığı, hâzırcevâplığı da ayrı bir âlemdi. Kendisinden de şu fıkrayı anlatırlar:
Ramazan’da müezzinbaşılığını yaptığı Çiftesaraylardan kendisini alıp terâvîh kıldırmak üzere Amîne Sultan’ın Arnavutköyü’ndeki yalısına götürürler. İlk gece namazı bildiğimiz şekilde kıldırır. Herkesi memnun eder, teşekkür kazanır.
Birkaç gece sonra terâvîh’i kıldırırken Fatiha’dan sonra okunması gereken âyeti hatırlayamaz. Ne yaptı ise toparlayamaz. Sezdirmemek için aklına gelen Şu’ûl isimli Arabî ilâhîlerden bir parça okuyup rükû’a varır, işin farkına varanlar, namazdan sonra:
-Yahû bunu nereden çıkardın Baba Erenler?
Hemen cevâbı yapıştırır:
-Kur’ân’ı her gece okuyup da israf edecek değilim ya! Bir gece de böyle olsun! Hem bir de değişiklik olur! dedi. Gülmekten katılırlar.
Eski güzel terim ile söylemek lâzım gelirse, Yaşar Baba’mız -Hilmi’nin de belirtmek istediği gibi- kendi çapında ve çağında [Sultânu’z-Zâkirîn] denilmeğe hakikaten pek lâyık olmuş adamdı. Defterler dolusu İlâhî mecmuâsından başka, kafasının arşivinde çeşitli besteleri ile derlenmiş binlerce eser onun ölümü ile beraber toprağa girdi. Zamanında hiç bir zâkirden göremediğimiz o müstesna tavrından, örnek bilinen edâ ve üslubundan, hele Kıyâm Tevhîdi açılırken o kıvrak sesi ile okuduğu Münâcâtın başındaki “Yâ Mevlânâ”sından şimdi elimizde kalan yalnız hazin bir hâtıradır. Ne yazık ki o da zamanla kaybolmak üzere bulunuyor.
Kıyâm Zikri’nin ritmik, estetik bütün, inceliklerine fevkal’ade bir sûretde vâkıf ve mutasarrıf bulunan, hele zikri idare kudreti, hakikaten bir hârika halinde görülen, gösterişsiz, ufak yapılı vücudunda bilhassa bu noktadan büyük kıymetler taşıyan bu kıyâmcılar kıyâmcısı ile Yaşar Baba, kazara bir hafta günü tekkeye gelmemiş olsalar, yine para ile tutulmuş bir kısım zikirciler, bütün ustalıklarına rağmen ne yapsalar, kendi başlarına zikri açamazlar, yürütemezlerdi. Bu hususta bilgisi, görgüsü bir hiçten ibâret bulunan biçâre Efendi de bunalarak ne yapacağını bilemezdi. Herkese tepeden bakmağı âdet edinmiş olduğu halde bu iki zâtın önünde hürmetle, zarûretle eğilir ve küçülürdü. Çünkü bu iki adam Şeyh’in, tekke’nin kusur ve noksanlarını örtüyor, düzeltiyor, hatta tekke’ye şeref ve kıymet katıyordu.
Zikirlerin mükemmeliyeti bir yerde anlatılırken:
-Üsküdarlı Kemâl’in reisliğinde ve Yaşar Baba’nın idaresinde!.. deniliyordu.